23 Mart 2013 Cumartesi

CELLAT HUKUKU / Ataol Behramoğlu




    Özenilecek bir yanı olmasa da cellatlık da bir meslek olduğuna göre bir hukuku olsa gerek.
    Bilinen en eski yöntemlerden biri, bizde de kullanıla gelen, bu gün de bazı ülkelerde yürürlükte olan, sehpada insan yaşamına sehpada son verilmesidir.
    Yanı sıra akla giyotin geliyor. Fransa’da idam cezası yürürlükte olsa, herhalde yine giyotin kullanılırdı.
     Amerika’da elektrikli sandalye hâlâ kullanılmakta mı, yoksa şırıngayla damardan öldürücü sıvı verilerek mi bu iş hallediliyor?
     Çin’de nasıldır bilmem.
      Ruslar sanırım kurşuna diziyorlar.
      Suudi Arabistan’da, giyotinin kol kuvvetine dayalı doğal biçimi olarak, yine sanırım “İslamî” yöntem sayılarak, kılıçla kafa kesiliyor.
      Nitekim Suriye İslamcı Özgürlük  ordusu denilen  cellatlar da bu yöntemi uygulamaktalar.
        Bizde Hizbullah, kurbanlarını domuz bağı denilen bir tarzda bağlayıp canlı canlı gömerek “infaz” ediyordu…
       Cellat hukuku derken,nerelere geldik… Konumuza dönelim…
        Bir kamu görevlisi olarak celladın da maaşı, neye göre saptandığını bilemesem de herhalde primi ve kuşkusuz emekli olma hakkı,bir emeklilik maaşı vardır…
      Ülkemizde, arada bir dile getiriliyor olsa da,  kamusal bir  görev olarak bu meslek çok şükür ortadan kalktı…
       Fakat kötü ünü ürkütücülüğünü  sürdürüyor…

       ***                                      ***                           -***

     Kamu görevlisi olarak celladın, vicdanla bir sorunu olabilir mi?
     Kendisine böyle bir  soru sorulsa, her halde,  ‘ben mesleğimin gereğini yerine getiriyorum’ diyecektir.
     Peki, diyelim ki günün birinde bir idam kararını yerine getirecek tek bir insan bulunamayacak olsa, ne olacak?
    İnfazı, savcılar, yargıçlar mı gerçekleştirecek?
    Soruyu sorduğum anda saçmalığını da görüyorum…
     Kimsenin cellat olmayı kabul etmeyeceği bir toplumda, zaten cellada da gerek kalmamış demektir…
 ***                              ***                    ***

   Usa vurmayı, bu kez tam tersinden sürdürmeyi deneyelim…
  Ya cellat aynı zamanda hem savcı,hem yargıçsa…
  Cezayı isteyen, hükmü veren, infazı gerçekleştiren aynı kişiyse?
   Savcı ve yargıç, cellat gibi davranıyor, celladı aratmayacak biçimde ceza isteyip hüküm  veriyor, cellatlık işlevini cellada gerek kalmaksızın yerine getiriyorsa?
  O zaman buna ne diyecek, vicdanla ilgili soruyu nasıl yanıtlayacak, böyle bir durumu hukuk kavramı bakımından nasıl adlandıracağız?
     Cellat hukuku olarak mı?..

      ***                     ***                             ***
  Bunları okuduğunuzda birçoğunuzun aklından hangi dava adlarının, hükümlerin, cezalandırma taleplerinin geçtiğini   tahmin ediyorum…
    Acaba neden?
    Sorunun çok  açık olan yanıtını, edebiyatın diliyle  vermeye çalışalım…
    Bu sütunda büyük bir halk ozanımızın aşağıdaki iki dizesinden esinlenerek yazdığım bir şiirim yayınlanmıştı:
      “Yedikleri yoksul eti/İçtikleri kan olmuştur
     Bu iki dizenin üzerine, şiire giriş olarak yazdığım dizeler  şöyleydi:       
      “Kıran vurdu memleketi/Zalimler hakan olmuştur…”
    Birkaç gündür, “zalimler” sözünü zihnimden “cellatlar” diye geçirdiğimi fark ettim…
      Halk ozanımızın  dizelerindeki “yoksul eti” sözü ise, bazı kaynaklarda “insan eti” olarak geçer…
     Şimdi ilk kıtayı bu biçimiyle okuyalım:
     “Kıran vurdu memleketi/Cellatlar hakan olmuştur/Yedikleri insan eti/İçtikleri kan olmuştur”
        Mademki başladık, bir çoğunuzun zaten okumuş olduğunu tahmin ettiğim  söz konusu  şiirimin   son kıtasını da birlikte anımsayalım:
           “Sesime kulak ver gülüm/Tutsaklığa yeğdir ölüm/Nerde varsa böyle zulüm/Çaresi isyan olmuştur”…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/230313        

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..   

20 Mart 2013 Çarşamba

YARGI DİKTATORYASI




     Silivri’de özel yetkili adı altında hüküm sürmekte olan engizisyon kurulu savcılarının açıkladıkları görüş ve talep edilen cezalar ancak ortaçağ hukuk anlayışına yaraşır ve çağdaş bir ülke için utanç verici vicdan kanatıcıdır.
    
    “Mütalâa” adı altında sunulan bu  hukuk ve adalet ihlalini, bu yargı diktatoryasını reddediyor, sorumlularının hukuk ve vicdan önünde hesap vereceklerine şaşmaz inancımızla onları şimdilik  utançlarıyla baş başa bırakıyoruz.


SANATÇILAR GİRİŞİMİ

ANKARA’DA BEHRAMOĞLU DİNLETİLERİ






     Ataol Behramoğlu Ethos Uluslar arası Tiyatro Festivali kapsamında
22 Mart Cuma günü saat 13.00’te DTCF Farabi salonunda okurlarıyla buluşacak.
    Müzisyen Haluk Çetin’in de şairin dizelerinden yapılan şarkılarla yer alacağı dinletide Behramoğlu’na Festival yönetimince bir Onur Ödülü plaketi sunulacak.
    Aynı gün saat 17.00’de Ankara TED kolejinde Behramoğlu ve Çetin bir dinleti daha sunacak.
    23 Mart Cumartesi günü 15.30’da ise yine Ankara’da, bu kez LOSEV yararına Ataol Behramoğlu’nun “Bir Çocuğa Layık Olmak” başlığı ile şiir dinletisi izlenebilecek

Darbenin gerçek kaynağı / Nihat Behram



20 Mart 2013, 12:16
Darbenin gerçek kaynağı
Darbenin gerçek güç kaynağı

Egemenlerin en güçlü darbe silahlarından biri medyadır. Ordunun, emniyetin, gizli istihbarat örgütlerinin gücü medyanın gücü yanında ne ki? Asıl korkutucu güç medyadır. Napoleon’un, “Üç gazete beni yüz sancaktan daha çok korkutur!” sözünde bu anlam gizlidir.

Ordunun tankı, topu, tüfeği varmış! Silahın en âlâsı medyanın kendisidir. Etki gücü, etki alanı ile atom dahil, silahların hiçbiri onunla yarışamaz. Gücü, en etkili darbe silahı odur. Medya ile yapılmamış ve medya ile yapılanmamış bir darbe var mı? En tazesi ve en yakınımızdaki AKP Sivil Darbesi’dir. Ki yapılma ve yapılanma sürecinde AKP’ye silah olmuştur. Bu anlamıyla da silahlı bir darbedir!

3. Dünya ülkelerindeki  ABD güdümlü sivil ve askeri darbeler saymakla bitmez. Bir o kadarı da hazırlık aşamasındadır. Bunu söylemek için kahin olmaya gerek yok; CIA’nın belgelerine, emekli  ABD ve CIA yetkililerinin anılarına bakmak yeter. Bu ülkelerdeki darbelerin hamur teknesi ve oklavası ABD ve CIA’dır. Yerli malı olan sadece tuzu, biberidir. Ambalaj ve servisi  medyanın görevidir. Darbenin hazırlık süreci ve yapılanmasında, o ülke medyasında,  ABD’de eğitim görmüş yazarların türemesi, ABD çıkarlarıyla çelişen yazarların ayıklanması rastlantı mıdır? Afrika, Asya, Latin Amerika’ya falan bakmak zorsa, Türkiye’ye bakın yeter. Medyada  AKP cilacıbaşılığını kimler yapmış; sola saldıranlar kimler? Dün Libya’ya, bugün Suriye’ye karşı ABD savaş düdüğünü kimler üflüyor? Kimlik bilgilerini araştırın, en sivrilerin ABD’de “Ortadoğu siyaset ilişkileri” üstüne eğitimli olduklarını görürsünüz.


RTE, “Milletimizin iradesiyiz” dese de, seçilecek hükümeti çoğunluğun belirlediği sadece bir palavra. Bırak, kontrolü altındaki ülkeleri, kontrolü dışındaki 3. Dünya ülkelerinde bile halkın iradesine saygının “S” si ABD’nin lügatinde yer almaz. Kendi piyonu medyayı besler de besler. En taze örneği Venezuela. Her girdiği seçimde halkın ezici çoğunluğunca seçilmiş Chavez, ABD’ye ve piyonu liberal zibidilere göre “diktatör” sayılmış, hem de açık ara kazandığı her seçimin hemen ertesinde ABD destekli sivil, asker darbe girişimlerinin hedefi olmuştur. ABD  çıkarlarıyla çelişip de askeri ya da sivil darbeye hedef olmamış 3. Dünya ülkesi yoktur. Bunun en çıplak göstergelerinden biri de Türkiye’dir. Ülkemizdeki son ABD darbesi, “seçimle” yapılan “AKP Sivil Darbesi”dir. Darbenin hesapları AKP’nin kurulma öncesine dayalıdır. Ordu, bürokrasi ve siyasette ABD güdümlü cemaat güçlendirilmiş, medyaya cemaatten ve sol döküntüsü liberallerden kadro devşirilmiştir. Bu kadrolar, “Ortadoğu siyaseti” konusunda ABD ‘de eğitim görmüş  türeme tiplerle süslenmiştir. Sivil darbeye uygun hale getirilmiş ortamda AKP kurulmuş ve birkaç ay sonra da iktidar olmuştur. Seçim sonuçlarını ABD Sefirinin AKP Genel Merkezi’nde  RTE ile birlikte izlemesi, seçimin aynasıdır.



“Darbe yaptık” mı diyecekti? “Hükümetin demokratik yoldan değiştiği” söylemi de, “Seçim sonucunu dindar halkın oyu belirledi” yorumu gibi palavradır. Dindarlıksa, Erbakan’ın dindarlığı hem yereldi hem içten! Sivil darbe manipülasyonunda medya çok etkin rol oynamıştır. Sanat çevrelerinin ünlülerinden, profesörlere dek soldan devşirme liberallerin TV ekranlarında, gazetelerde birden bire mantar gibi türediği o günleri bir düşünün! Solun bütün değerleri (en fazla da, askeri darbelerin zulmüne karşı mücadele mirası) liberal deformasyonla  AKP sivil darbesine ortam için kullanıldı. Bu sivil darbenin namlusu medyadır. Bugün hükümet eden ve hedefi “tek şeflik” olan sivil darbe, polis ve askeriyle sadece emekçiye, öğrenciye, memura değil, yandaş medyasıyla da tüm topluma karşı “orantısız güç” kullanmaktadır. Askeri darbelerde olduğu gibi, yargıdan eğitime en hayati toplumsal kurumlar dinci, gerici ve ABD’ci tek şefliğin denetimindedir. Büyük medyada “demokrasicilik” tek kale maç halinde oynanmaktadır. Sistemin, kendiyle “uyumsuzluk” gösterenleri ayıklaması, ilk dönem destekçilerine dek dayanmıştır.  Düşünün ki, AKP’nin seçim ve yapılanma sürecinde medyada kullandığı “suni tatlandırıcı”larına dahi tahammülü yok! Eh, iktidarın medyası, yapısının da aynası!


Yalçın Küçük:

“Matbuat ve kanalların birinci vazifesi, her şerait altında, halkımızın bilincini dağıtmak, aklını bozmak ve oligarşinin en hasis en açgözlü çıkarlarını müdafaa etmektir.”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

19 Mart 2013 Salı

M. PERİNÇEK’TEN: “RUS ARŞİVLERİNDE ERMENİ MESELESİ” / Bedri Baykam



          Çeşitli vesilelerle sürekli olarak ısıtılıp gündeme oturtulan Ermeni iddiaları  artık demokrasi kavramı için kanayan bir yara. 1915’te yaşanmış üzücü ve korkunç olayları fırsat bilip sürekli sündürerek bunu Türkiye’ye karşı kullanmak, demokrasiyi hiçe sayarak, hiç bir zaman görülmemiş bir davayı, sanki ortada tartışacak şüphe götürür hiç bir şey yokmuş gibi ele almak, kimileri için standard bir tavır!
           Bir Fransa düşünün ki, hukukun alfabesine girmeden konuyu Parlamento düzeyinde geri dönülmez saçma sapan yasalara bağlamaya çalışıyor veya bir sözde gazeteci entel-dantel takım düşünün ki, kendi ülkesinde “Ermeni soykırımı olmadı” diyenleri veya en azından bu tanımlamayı kabul etmeyenleri hemen “aşırı milliyetçi-faşist grup” diye yabancı gazetelere jurnallemeyi alçakça bir refleks haline getirmiş. Böyle bir ülkede, tarihi gerçekleri araştırmak tabii ki zor ve polemiğe açık bir alan. Halbuki Türk ve Ermeni toplumlarının en büyük ihtiyaçları, uygarca her iddianın tartışılması, gerçek anlamda objektif bir adalet arayışının eşitlikçi bir raya oturtulması. Yeni kuşaklar ancak böyle tarihin yükünden kurtulabilecekler.
           Hapishanede yaşamak doğal olarak en korkunç insani dramlardan biri. Silivri’de demokrasi, hukuk ve özgürlük mücadelesi veren aydınlarımız, inanılmaz bir direnç ve çalışkanlık sergileyerek tarihe şamar gibi oturan kitaplar çıkarıyorlar, makaleler yayınlıyorlar.
          İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek’in, kendisi kadar dirençli ve onurlu oğlu Mehmet Perinçek, en çalışkan genç aydınlarımızdan. İki yıldır Silivri’de babasıyla aynı kaderi yaşayan Mehmet, on yıl boyunca Sovyet arşivlerinde yorulmadan araştırma yaparak, ortaya soykırım iddialarından geçinen malum takımı çok üzecek bir yayın çıkarmış. “Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi” kitabı, konuyu pervasızca yalnız basit bir “Türk resmî tarih okuması” veya “milliyetçilik hezeyanı” olarak damgalamaya kalkanlar, karşılarında biraz zor yıkılır Rus belgeleri bulacaklar. Tabii gerçekle yüzleşmeye cesaret edebilenler aralarında varsa! Çünkü bu kesimde tek trend, tartışmadan kaçınarak, yalnız kendilerini hümanist “öz-demokrat” görüp, farklı şeyler söyleyen herkesi kanıtlarını dinlemeden aşağılamak!
           Perinçek’in kitabı, bilin ki, Rusya ve İran’da da yayınlanmış ve yarattığı tartışma dalgaları şimdiden Azerbeycan ve Ermenistan’ı da vurmuş. Kitabın önsözünü yazan rahmetli emekli Büyükelçimiz Gündüz Aktan bakın neleri kaleme almış: “M. Perinçek’in bulduğu belgelere göz attığımda ‘bu iş galiba bitiyor’ diye mırıldandım. Evet Rus arşivleri, dönemin diğer Rus ve Ermeni kaynaklarıyla birlikte, Ermeni soykırımı iddiaları hakkında hükmünü veriyor. İddialar geçersizdir. Kesin hüküm diyorum. Çünkü hükmü temyiz edeceği farzedilenlerin bizzat kendileri, o kesin hükme son noktayı koyuyorlar.Başta bağımsız Ermenistan’ın 1918-19 yıllarındaki ilk Başbakanı Hovannes Kaçaznuni olmak üzere, dönemin Ermeni siyasetçileri, komutanları, tarihçileri, 1920’den 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yazdıkları resmi rapor ve yazışmalarda hep aynı görüşü savunmuşlardır” diyerek bir özet döküm yapıyor. Size burada tüm bu dökümü vermeye kalkışacak değilim. Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, mesela benim gibi konuyu dışarıdan araştıran  tarih ve mantık bilgileri ışığında değerlendiren insanların her inandığı tezi doğrulayan bir dizi somut veri ve özenle seçilmiş kanıtlarla buluşuyorsunuz.
          Birbirinden değerli 150 belge. Mesela Kirmanşah Konsolosluğu idarecisinin gizli telgrafı: “Ermeniler Türkler’e karşı birlik oluşturmak niyetinde” (30-12-1914). Ya da Kars Kalesi Komutanı’nın Kafkas Orduları Karargah Komutanı’na mektubu:  “Halkla Ermeni birlikler arasında cinayet ve yağma temelinde anlaşmazlıklar yaşanıyor”
          Bu örnekleri burada çoğaltmak çok anlamlı değil. Bence bu topraklarda yaşayan her aydın, her diplomat, her siyasetçi bu kitabı okumalı.Yoksa malum iddialarla sinsice Türkiye’yi suçlayarak yaşayan bir uluslararası “örgüt” e karşı her an kullanabilecekleri bu somut yanıtlar dizisinden mahrum kalırlar ve psikolojik savaşta gereksiz bir ivme kaybederler. Tekrar teşekkürler Mehmet Perinçek. Senin gibi gerçek aydınlar sayesinde Türkler ve Ermeniler arasında arzuladığımız barış oluşabilecek. Ahlaksızca ve anti-demokratikçe tek yanlı olarak kendi ülkesine saldıranlarla değil, medenice herşeyi öğrenip, korkmadan tartışan her iki toplumun önyargısız gençleriyle...


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz.. 

18 Mart 2013 Pazartesi

Yaşamak direnmektir… / Orhan Aydın



Uzunca zamandır Doğu Karadeniz bölgesindeki hidroelektrik santrallerine (HES) karşı verilen mücadeleyi anlatan belgesel filmler izliyor, haberler, yazılar okuyor, eylemlere destek veriyor, dostlarımla ortaklaşıyorum.
Artvin’de Şavşat deresi, önüne kurulan bentleri parçalayıp, yurttaşlarımı sel sularında yitirince canım yanmıştı.
O günden sonra iki kez gittim Şavşat’a.
İnsansızlaşmış-kimsesizleşmiş ve doğa başkaldırarak sarıp-sarmalamış hayatı.
Çocukluğumun yeşiller kuşanmış toprakları yeni bir hayata evirmiş kendini.
Sizi kendi bağrına çağıran sesler uğulduyor kulaklarınızda.
Alabildiğine sarı, yeşilin her tonu, mor, alı al, alabildiğine mavilik.
Ve ansızın önünüzü kesen sis doluyor gözlerinize.
Gökkuşağının yedi renginin altından geçerken, yağmur el sürüyor alnınıza.
Tüm meyveler dallarında kalakalmış.
Çiçek… çiçek… çiçek.
Doğa direnmiş zamana ve  isyan ederek kazanmış.
Her adımında, size uzanan dost ellerle sımsıcak gülüşler ve hasretlik dolu kucaklaşmalar karışıyor birbirine.
Benim yiğit, baş eğmeyen halkımın yüreklerinden direniş türküleri yükseliyor.
Hayatlarını savunmak için, haksızlıklara bayrak açarak direnmiş bir halkın evlatları, sıra neferleri gibi yan yanalar.
Sahip çıkıyorlar kendi geleceklerine ve çocuklarının yarınlarına.
“HES için AKP’nin gözünü diktiği derelerimizin beslediği bu topraklar, bin yıldır böyle yaşadılar, böyle yaşayacaklar.
Bu bizi isyana davetse, kabulümüzdür. Bu sular, bizlerin can suyu olarak aktılar, yine öyle özgür akacaklar.”
Yaşamlarının en güzel yıllarını, onurlarını korumak için cezaevlerinde geçiren bu mavi gülüşlü, çiçek kokulu insanların yeniden saf olmaları içimi yeşertiyor.
AKP Artvin’e özel olarak, Şavşat bölgesine gözünü dikmiş.
Uluslararası bağlantıları olan HES şirketleriyle gizlice yaptığı anlaşmalarla bölgeyi betona boğup, barajlar, bentler mezarlığı yapmak istiyor.
Tıpkı tüm Doğu Karadeniz’de ve Dersim’de olduğu gibi…
AKP için doğanın, insan yaşamının, hayatın karartılmasının, dünyanın çok az bölgesinde bulunan bitki zenginliğinin yok ediliyor olmasının hiçbir önemi yok.
Eğer Rize’de Fırtına deresi özgür akamayacaksa, bunun tek sorumlusu AKP olacaktır.
Dersimde sokağa çıkan halkın inadına, baraj inşaatı yapılacak ve tüm doğal denge alt-üst edilecek olursa, bunun da tek sorumlusu AKP olacaktır
Eğer Şavşat’ta, Ardanuç’ta derelerin önüne beton setler çekilip insanlığın geleceği karartılacak olursa, bunun sorumlusu da AKP olacaktır.
O çok övünülen Yusufeli Barajı şimdiden çevreyi boğmuş, yaşam alanlarını talan ederek halkı mağdur etmiş, insanlığın ve hayatın geleceğini karartmış durumda.
Ancak tıpkı Dersim’de olduğu gibi, Hemşin’in gürül gürül sular çağlayan vadilerinden, dünyanın çok az bölgesinde bulunan bindallı dağ yamaçlarından, bin bir çiçekli yaylalarından oluşturulan direnç; derelerin kardeşçe akması için büyüyüp ırmak olup çoğalıyor.
Karadeniz, her tür kirlenmeye, gericiliğin ve ırkçılığın tüm pis kumpaslarına karşın direniyor.
‘Su Platformu’ çatısı altında toplanan ve Derelerin Kardeşliğini ülke kardeşliği ile eş tutan insanlığın verdikleri mücadele ise, var olma kavgasının önünü açıyor.
Bu kardeşlik, AKP karanlığına direnen her yerde olduğu gibi Şavşat’ta da isyan ateşini yeniden yakmışsa, birilerinin işi epey zor demektir.
Şavşat’ta yapılan ve yediden yetmişe tüm köylerin, yurttaşların katılımıyla bir ses olup da oralardan buralara taşan buluşma, ‘Şavşat Barı’ oynayan yetmiş yaşındaki dedelerin, ninelerin ayak sesi olarak yankılanıyorsa, AKP’nin işi zor.
Şavşat halkı, topraklarına ve geleceklerine yeniden sahip çıkmanın erdemiyle, ellerini devrimci evlatlarının elleriyle tutuşturmuşsa ülkenin bir yanında gün yeniden doğuyor demektir.
Bize de bu insanlık kavgasına alkış tutmak, yakılan meydan ateşine dost eli uzatmak, toprağın terine ve onu işleyen ellere ve de hayatı direnerek yaşayanlara saygı duymak düşer.
Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

17 Mart 2013 Pazar

Sanatçı saflaşması / Nihat Behram



17 Mart 2013, 12:16
Sanatçı saflaşması
Sanatta bir yere varmış olmak yetmiyor. Hayatta da bir yere varmış olmak, yani “adam” olmak gerekli.  Bu açıdan bakıldığında, görülecektir ki, ülke son 10 yılıyla bu alanda da bir saflaşmaya sahne oldu. Gelecek kuşaklar, bir gün bu dönemdeki saflaşmaya da mercek tutacaktır.

İktidar olduğu dönemde, soldan devşirme liberallere özel önem veren AKP, sanat dünyasına olta atmaktan da geri durmadı. Bir kısım sanatçı bu oltaya takıldı. Kimisi utangaç, kimisi açık açık AKP’ye kürekçilik yaptı; onun “ileri demokrasi, vesayetle ve darbelerle hesaplaşma” maskesini cilaladılar. Destekleri oranında ödüllendirildiler. Ödül de, ekranda program, belediye etkinlikleri, projelere onay, danışmanlık, makam vs. Yani, 3 kuruşluk çıkar. Sağcı, dinci gazeteler bunlara kapılarını açtı. Oralarda yazıp çizmek “Zaman’e sanatçılığın” ölçüsü oldu. Başbakan gezilerinde yanına eşantiyon olarak bunlardan da aldı, sarayda bunlara sabah kahvaltıları düzenledi, Köşk’e davet edildiler. Alttan alta döşenen ise “muhafazakâr sanat”tı. AKP’nin yapılanma sürecindeki tahribat ve saldırıları saymakla bitmez. Halkın gönlünde atalaşmış Yunus’un Kaygusuz’un sansüründen Başbakan emriyle yıkılan heykele; sergi yasaklamalarından, tiyatrolara yönelik saldırılara dek her alanda. AKP’nin ABD taşeronu, dinci, faşizan yapısıyla varmak istediği yeri görüp, ona boyun eğmeyen, diklenen sanatçılar ise, her türlü hakaret ve şiddetin hedefi oldular. Bunlar da saymakla bitmez. Fazıl’a yapılanlardan, M. Aksoy’a yapılana dek. Grup Yorum’un kemancısının parmakları kırıldı, solistinin kulak zarı patlatıldı.

Bu süreç, AKP yobazlığına karşı onurlu, halkına ve halkın değerlerine bağlı sanatçıların şahsında mücadelenin de simgesi oldu. Tarık Akan’ın barikatları zorlayışı, Rutkay Aziz’in dinci gericiliğe karşı halkı uyarışı, Edip Akbayram’ın AKP davetlerini reddedip, alanlarda demokrasi özleminin simgesi oluşu, Sanatçılar Girişimi’nin kurulması ve Ataol Behramoğlu’nun sanatçıları gericiliğe karşı halkın yanında saf tutmaya çağırışı, Mehmet Aksoy’un yıkılan heykeline verdiği çığlık ve daha niceleri onur mirasımız olarak birikti. Orhan Aydın, Leyla Erbil, İsa Çelik, Bedri Baykam, Nejat Yavaşoğulları, Metin Demirtaş, NHKM ve birçok sanatçı ve sanat kuruluşu bu mirasa değer taşımak için çırpındılar. AKP’ye teslimiyeti reddettiler. Baskılara karşı sokağa inen aydınlara, emekçilere, öğrencilere omuz verdiler. Yıldız Kenter, Genco Erkal, Levent Kırca  gibi birçok değerli sanatçı, Silivri hukuksuzluğuna isyan etti.

Teslimiyet de kendi mirasını biriktirdi! Alçaklığın boyutu O. Pamuk’un, Esad’a “Sonun Kaddafi gibi olsun istemiyorsan Suriye’yi terk et!” çağrısına dek vardı. Açıkça zalime tellallık yaptı. Bu çağrıdaki insanlık dışı tehdit tonu, onu  savunanların da yüz karası olarak anılacaktır. Ahmet Altan, AKP’nin güçlenmesi için çırpındı. Adalet Ağaoğlu, ağlamaklı ses tonuyla demokrasi düşmanlarından demokrasi dilenip onu da “umut” diye sundu. Halil Ergün her şeyden önce kendi duyarlığına ihanet etti, hem kendini hem bizi yaraladı. Tamamına yakını, sahip oldukları ünü sola borçlu ama bu değeri bile bozuk para gibi harcadılar. Bu dönemde “liberalleşme moda”sına kapılan,  birçok yetenekli genç sanatçı da, ufuklarını kendilerine mezar kıldılar. Yetenekleri, dinci gericiliğe yem oldu.

Evet, bir kesim dik durdu, direndi, teslim olmadı, halkın acılarını duymazdan gelmedi, hukuksuzluklara karşı öfkelendi, zindanlara ses oldu, AKP’nin “ileri demokrasi” maskesi altındaki kara yüzünü halka göstermeye çalıştı, emperyalizmin savaş taşeronluğuna meydan okudu, mücadele eden emekçilerin, öğrencilerin omuzdaşı oldu; bir kesimse, sisteme kürekçilik yaptı. Ekranlarda en çok ötenler, gazetelerde en çok yer edenler onlardı ama Grup Yorum solistinin kulak zarı patlatılıp kemancısının parmakları kırılırken sustular. Bu sanatçı saflaşmasında, gelecek kuşakların onurla anacağı saf hangisi olacak? AKP’ye diklenenler mi, eklenenler mi? Onurla anılmayacak olanların payına kalansa lanettir!

-------------------------------------
Dörtlük

Lalelerle süslü koridordan geçiyordu Sultan alayı
Sultan’ın dalkavukları karasinekleri andırıyordu
Sanki zifiri bir leşti üşüşüp üstünde uçuştukları
Soluksuz kaldı mermer, kristal sızılandı, laleler soldu

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

TEBRİKLER BUKET!.. / Ataol Behramoğlu




     Kısa süre önce sanırım “Sol”da, değerli yazarımız Buket Uzuner’in THY’ye karşı açtığı bir davayı kazandığı haberi vardı. Gözünüzden kaçmış olabilir. Özetliyorum:
     Adının başında şimdilik Türk sözü bulunan Türk Hava Yolları’nın “Skylife” dergisi, Haziran 2009 sayısı için Buket Uzuner’den İstanbul’un Moda semtini anlatan bir yazı rica etmiş…
     “Anadolu Yakasında Bir İstanbul Klasiği:Moda” başlıklı yazı, dergi yönetimince aşağıdaki paragraf çıkarılarak yayınlanmış:
        “Bir Modalı olarak, İstanbul’un daima gurur duyduğum binlerce yıllık hoşgörü iklimine hiç ama hiç yakışmayacak biçimde, bu muhteşem iskeledeki kafede İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir yıldır alkollü içki yasağı uyguladığını üzülerek belirtmek isterim. Yemek içmekten söz edilince, Moda’yla adı özdeşleşen Koço Restoran’ı mutlaka anmak gerekir. Çünkü Koço’suz Moda eksik kalır...”
          Şimdi bu paragrafta THY’yi rahatsız eden ne var diyeceksiniz…
          THY yönetimine “yazımı neden sansürlediniz” sorusunu ileten Uzuner, sansürün “alkolle ilgili” olduğu yanıtını almış…
        THY’ye karşı “Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi”ne dava açan yazar, yayının durdurulmasını, derginin toplatılarak imhasını, yeni yazıda yazının tamamının yayınlanmasını ve kendisine  2 TL manevi tazminat ödenmesini talep etmiş…
        Burada azıcık duralım…

                 ***                             ***                  ***
    “Skylife”, (b azı İngilizce çevirilerinin başarısından kimi kez kuşkuya düşsem de) genellikle  beğendiğim bir dergidir.
     Dergi(bu demektir ki THY) yöneticilerine benim de öncelikle şöyle bir sorum var:
      Adınız Türkçe olamaz mıydı? Diyelim ki “Gökyaşam”. Altına da tırnak içinde İngilizcesini koyardınız … Bir soru ve gerçekleşmeyeceğini bilmeme karşın bir öneri sadece…
           Gelelim sansürünüze…
           Böyle bir kafayla sizi nasıl uluslar arası bir hava yolu olabilirsiniz?
           Fakat “apron”da deve kurban etmekten çalışanlarınıza karşı yasa tanımaz tutumunuza, son olarak da  bir çok hattınızda  alkollü içki sunumun kaldırılmasına ve hostes giyim kuşamları konusundaki  acınası  soytarılığa baktığımızda, sansürcülüğünüze de şaşırmamak gerekir.
     Bu sansürü Uzuner’in açtığı dava sayesinde öğreniyoruz. Bunun  bu dergide yayınlanan yazılara uygulanan ilk sansür  olduğunu da  hiç sanmam.

                 ***                           ***          ***
   
     THY avukatları,  çıkartılan bölümünün ülke imajına zarar verebileceği iddiasıyla davanın reddini isteyip  Koço restoranla ilgili bölümün de ‘reklam’ gerekçesiyle çıkartıldığını savunmuşlar…
       Yaklaşık dört yıl sonra gelen Mahkeme kararı ve Yargıtay onaması, “sansür”ün ve bu savunmanın yüzüne tokat gibi çarpıyor…
       Hukuk dilini elden geldiğince konuşma diline çevirerek özetlersem:
      ‘ Söz konusu yazının  Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında yazınsal yapıt olduğu kuşkusuzdur. Yapıt üzerinde her türlü işlem yapma hakkı yazarındır ve ancak onun izniyle yapılabilir…’
        Bu saptamayı yapan mahkeme, derginin  ilgili sayısının  toplatılarak imhasına, THY internet sitesinden çıkartılmasına, 2 lira manevi tazminat ile 3 bin lira avukatlık ücretinin tahsiline, yazının tamamının  karar kesinleştikten  sonraki 3 ay içinde yayınlanmasına karar veriyor…,

                ***                            ***              ***
    Ne yaptın Buket!... Şimdi ülkemizin imajı ne olacak!... Şaka bir yana, tebrikler Buket!.. Seni, avukatın Abdullah Egeli’yi,  sansürü ve sansürcüyü mahkûm eden yargı kurumlarını kutluyorum…
       “Ülkemizin imajı” nı bozmak bir yana katleden, sürüsüne bereket çağ dışı yaratıklar, bu karardan ders alırlar mı dersiniz?
       En azından “Skylife” yönetiminin, elini ateşe sokmakta biraz daha sakıngan davranacağını tahmin ederim…

  Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/170313

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

TAPDK… / Ataol Behramoğlu





    Bir arada bulunmalarına herhalde bir anlam veremediğiniz bu beş harflik sözcüğü ya da harf birlikteliğini, sizler de benim gibi “tapmak” fiiline yakın bularak “tapdık” filan gibi okuma eğiliminde olmalısınız…
     Tapdık ya da taptık, her ne ise… Eninde sonunda tapmakla ilgili bir şey. ..
    Zaten öğrenmek, anlamak, bilmek, soru sormak, eleştirmek, irdelemek…kavramlarının hepsinin birden yerini “tapmak” a “biat etmek”e bıraktığı ;özgür yurttaş olmanın yerini giderek itaatkâr kul olmanın aldığı günümüz Türkiye’sinde, böyle bir okuma eğilimi çok doğal sayılmalıdır…
     Gelelim “Tapdk”ın ne olduğuna:
      Meğer, Tütün ve Alkol Piyasasını Düzenleme Kurumu’nun kısa adıymış…
      Diyeceksiniz ki bundan bize ne…
       Konuyla ilgili ve bu yazıya konu oluşturan haber dikkatli okurun gözünden kaçmamış olabilir…
        Fakat, Tapdk’tan söz açmamın Edip Cansever şiiriyle ilgili olduğunu öğrendiğinizde sanırım çoğunuz daha da şaşıracaksınız…
     Evet..sözü daha fazla uzatmadan açıklayayım…
     Sevgili şairimizin “Masa da Masaymış Ha” adlı harika şiirinin  aşağıdaki dizelerinin  lise 4.lerde okutulan bir ders kitabından Milli Eğitim Bakanlığı marifetiyle çıkartıldığını biliyor olmalısınız:
“Bir bira  içmek istiyordu kaç gündür/Masaya biranın dökülüşünü koydu…”
      Bu sansürün nedeni ise, meğer işte bu “Tapdk”ın görevlerini düzenleyen bilmem kaç numaralı  kanundaki “tütün ve alkol tüketiminden kaynaklanan kamusal, toplumsal ya da tıbbi nitelikteki her türlü zararlı etkileri önleyecek düzenlemeleri yapmak ve bunlarla ilgili kararları almak” hükmü imiş…
      Bu dizeleri okuyan lise öğrencisinin canı bira çekebilirmiş…
(Bkz. konuyla ilgili gazete haberleri.)
     İnsan bu satırları okuduğunda bir an başını iki avucunun arasına alarak, acaba aklım yerinde duruyor mu, yanlış mı okudum, çıldırmış olabilir miyim diye kendini yoklama  gereksinimi duyabiliyor…
   
               ***                        ***                           ***
  Yunus Emre’den başlanarak  Edip Cansever’e , geçenlerde bir şiiri sansürlenen Melih Cevdet Anday’a, son olarak Cahit Külebi’ye, başkaca çağdaş şairlerimize gelindi…
     Eskiden sadece “komünist” şairler sansürlenir, ya da zaten bu gibi kitaplarda yer almaları söz konusu olamazdı…
      Şimdi durum değişti…  Ders kitaplarının bu bakımdan sanki daha “demokrat” bir görünümü var… Lütfedip Nâzım Hikmet bile bu kitaplara alınabiliyor…Fakat sansürcünün keyfine göre kesilip biçilerek; biyografisi, edebiyat tarihindeki yeri güdükleştirilerek…
Öyle ki, keşke hiç bu kitapta yer almasaydı dedirtilerek…
      “Tapdk” konusuna gelince… Bu konuda akla uygun herhangi bir söz söyleme olanağı bulunabilir mi?..
      Bence şimdi sıra sansürcünün eline makası alarak sadece ders kitaplarını değil edebiyata ilişkin ne kadar kitap varsa hepsini,bütün dergi koleksiyonlarını, konuyla ilgili bütün yayınları taraması; TV filmlerinde yapıldığı gibi sigara ve içkiye ilişkin söz ve  görüntülerini bir biçimde ortada kaldırması ve bu arada her türlü “erotizm” kırıntısını da yok etmesidir…
       Kimileri herhalde şiir ve Edip Cansever ve hiç kuşkusuz bira(ne birası, her türlü alkol) sever Yetmez Ama Evet’çi, gizli ya da açık AKP kuyrukçusu, liberal, eski sol  ya da kendini hâlâ solda sanan birileri,  bu konuda acaba ne düşünüyor olabilirler?..
     Nevizade’de, Asmalı Mesçit’te(benim bu konuda kültürüm burada biter), Bodrum’da, ne bileyim, başkaca keyif mekânlarında “Tapdk”ın
kamu için zararlı gördüğü  maddeleri edebiyat, şiir vb. sohbetleri eşliğinde yuvarlarken, içtikleri her ne ise,  boğazlarına  biraz olsun takılıyor mu dersiniz?..


Ataol Behramoğlu/Pazar Söyleşileri/0303113

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

15 Mart 2013 Cuma

CHAVEZ ÖRNEĞİ / Ataol Behramoğlu




    Hugo Chavez Sovyetler Birliğinin dağılmasını izleyen süreçte sosyalizmin artık tarihe karıştığının, devrimci savaşımların da
1960’ların romantik bir ideali olarak bir tek Küba örneği ile  nostaljik bir simge olarak kaldığının inandırılmaya çalışıldığı  bir dönemde, bunun hiç de böyle  olmadığını, sosyalizmin de devrimin de her zamanki gibi yaşamsal gerçekler olduğunu kanıtladı.
       Kuşkusuz her çağın, her dönemin, her ülkenin gerçekleri farklıdır.
       Çavez dünya siyaset sahnesine alışılmış bir romantik devrimci kahraman olarak çıkmadı.
        Küba devriminin savaş alanında can veren büyük öncüsü, büyük şair Jose Marti’ye, onun yüz yıl sonraki öğrencileri Guevara ya, Castro’ya benzemiyordu.
       Kendi ülkesinin ve kuşkusuz bütün Güney Amerika’nın devrimci önderi  Simon Bolivar’ın 19.yüzyıla özgü Byron kahramanı görünümünden de  yoksundu.
        Yaşamıyla,  görünümüyle, günümüzün bir insanı, sıradan bir yurttaş gibiydi.
        Sanıyorum  başarısı da tam burada, günümüzün insanı olmasındadır.
        Hugo Çavez, Marti’nin, Bolivar’ın izinde, Küba devriminden kuşkusuz ki esinlenerek, devrimi ve sosyalizmi ülkesi Venezuela’nın  gerçekliğiyle buluşturmayı başardı.

                 ***                               ***                             ***
      Eylemi ve kişiliği üzerine düşünürken, belki bütün devrimci önderlerin ortak  nitelikleri olan ya da olması gereken iki temel özellik dikkatimi çekiyor: Gözü peklik ve gerçekçilik.
        Gerçekçilikle denetlenmeyen gözü pekliğin çoğu kez felakete yol açtığı bilinir.
        Gözü peklikten yoksun gerçekçilik de yine çoğu kez korkaklığın,  eylemden kaçmanın kılıfıdır.
         Hugo Chavez’in kişiliği ve eylemi, bu iki özelliğin seçkin birlikteliğini örnekliyor.

                 ***                      ***                         ***

    Önderi olduğu Bolivarcı Devrimci Hareket  1992’de başarısız bir darbe girişiminde bulunmuş.
     Bu darbe girişimi başarı kazansa, sonuç ne olabilirdi?
      Chavez hiç kuşkusuz, sonradan gerçekleştireceği toprak reformu ve kamusallaştırmalar için kolları sıvayacaktı.
        Karşısına çıkacak engelleri Bolivarcı Devrimci Hareketi oluşturan  subaylar topluluğuyla aşabilecek miydi, bunu kestirebilmek kolay değil…
      İlginç olan, iki yıllık cezaevi yaşantısından sonra bu kez seçimlere yönelmesidir.
      Bundan sonraki siyasal yaşamının belirgin özelliği ise,  son nefesini verdiği 4 Mart 2013’e kadar, attığı her adımda halkıyla birlikte olması, devrimci eylemlerini halkın desteğini alarak, halkla birlikte gerçekleştirmesidir.
       Hapishane sonrasında bu kez Beşinci Cumhuriyet Hareketini kuruyor ve 1998’de devlet başkanı seçiliyor.
      Tarihte, darbe girişimindeki başarısızlıktan sonra girişim liderinin seçimle iktidar olmasının örneği ya çok az, ya da hiç yoktur.
     2000’de bir kez daha başkan seçildikten sonra, halk temsilcileri ve işçilerce yönetilen kooperatifler, örgütler kurması, başarısının temelini ve sürekliliğini sağlayan temel etkenlerden olmalı.
      Nitekim 2002’de Chavez yönetimine karşı yapılan darbe halk yığınlarının karşı koymasıyla  ancak iki gün dayanabiliyor…
      2006’da üçüncü kez, 2012’de oyların yüzde elliden fazlasını alarak dördüncü kez devlet başkanı seçilen Chavez, halk kitlelerinin kalbini kazanarak, gücünü halkın örgütlenmesinden alarak girdiği seçimleri kazanmanın, yanı başındaki büyük emperyalist güce karşın ulusal ve sosyalist bir devrim gerçekleştirmenin(daha farklı bir deneyim olan Küba’yla birlikte) eşsiz örneğidir.

                      ***                        ***                   ***
    Devrimler kopya edilemez. Fakat onlar  örnek alınır. Chavez örneğinden çıkarılacak ders, devrimci önderin gözü pek  ve aynı ölçüde gerçekçi olması ve eylemlerini  emekçi halk kitlelerinin  örgütlü gücüyle  temellendirmesidir.


Ataol Behramoğlu/160313

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

13 Mart 2013 Çarşamba

Büyük Yazar, Büyük İnsan: Vedat Türkali / Nihat Behram



13 Mart 2013, 11:34
Büyük Yazar, Büyük İnsan: Vedat Türkali
Her büyük yazar büyük insan değildir, her büyük insanın büyük yazar olmadığı gibi. Bu iki büyüklüğün aynı insanda buluşması çok ama çok enderdir. Vedat Türkali bunlardan biridir.

Bir yazarı büyük yapan, yapıtının, yeteneğinin ve yazarlık gücünün büyüklüğüdür. Ne ki, bu özellikler onun büyük insan olmasına yeterli değildir. Büyük insan başka özellikler taşıyor olmasını da gerekli kılmaktadır. Büyük yazardır ama topluma karşı sorumluluk duygusu taşımıyordur. Kendi yaşam kuralları ve biçimini her şeyin üstünde tutuyordur. Aykırıdır. Provokatiftir. Disiplin ölçülerini kendi belirliyordur ya da böyle bir ölçü kavramı yoktur. Sistemle ve  gerici yönetimlerle ilişki içindedir. Ciddiye aldığı görüş yoktur ya da bir görüşe körü körüne bağlıdır. Yapıtlarına özendiği gibi, davranışlarına özenmiyordur,  savruktur. Risk almaktan kaçıyordur. İlkesizdir. Özveri, acıma yardımlaşma gibi birçok insani değeri önemsemez. Alçakgönüllü değildir. Korkaktır, yalancıdır, hırsızdır, bencildir, kariyeristtir, kıskançtır, teslimiyetçidir, çıkarcıdır, hatta sahtekâr olanı bile vardır. Benzeri durumlar çoğaltılabilir.

Demek istediğim şu ki, yeteneği ve yazarlık gücüyle ortaya büyük  yapıtlar koymuş her büyük yazar, büyük insan değildir ve yaşam karakteri yukarda saydıklarımdan bir ya da birkaçıyla örtüşebilir. Değerli yapıtları olan böyle birçok yazar, sanatçı sayılabilir.

Büyük yazar ve büyük insan özelliklerinin buluşup bütünleştiği kişi çok azdır. Onlar insanlığın anıt kimlikleridir. Anımsanma nedenleri sadece yapıtları değildir. Bir başka büyüklüğü, yapıtlarını da içeren daha büyük bir şeyi simgelerler. Adları, toplum katlarında yapıtlarından daha büyük bir şeyin çağrışımıdır. Yapıtlarını okumamış olanlar için bile bu böyledir. Sözgelimi, geleneksel kültürden Pir Sultan Abdal, çağdaş kültürden Bertold Brecht buna iki örnektir. Adlarının toplumdaki anlamı, büyük sanatçılıkla sınırlı değildir. Büyük sanatçılık o anlamın sadece bir parçasıdır. Kimlikleri, kararlılık, baş eğmezlik, ödünsüzlük, fedakârlık, halka, insanlığa adanmışlık gibi birçok erdemle örülüdür.  Onlar anıt kimliktir. Böyle sanatçılar, toplumun manevi önderleridir.

Vedat Türkali, bu anıt kimliğin günümüzde yaşayan simgesidir. Büyük yazar ve büyük insan olmanın en seçkin örneklerinden biridir.  Yaşamının her dakikasını, yapıtlarındaki her sözcüğe gösterdiği özenle solumuştur. Özene bezene sözcük sözcük biriktirdiği yapıtları gibi, ömrünü de halka ve insanlığa karşı sorumluluk duygusuyla  özene bezene an an biriktirmiştir. Hayatında korkaklığın, kararsızlığın, boyun eğişin, halkın acılarına karşı duyarsızlığın izi yoktur.  O bizim Vedat Abimizdir.

Sevgisiyle de azarıyla da en saygı duyduğum insanlardan biridir. Çünkü azarlarken de insanı bilgi ve sevinç doldurur. Şahsen, kişisel ya da toplumsal herhangi bir konuda ikircikli kaldığım zaman koşup Vedat Abiye akıl danıştım. Uyarılarını, önerilerini dinleyip uygulamaktan hiç pişman olmadım. Büyük yazar, büyük insan kimliği, yapıtlarında ufkunuzun açıldığı, varlığında onur bulduğunuz, bilgeliğinde bilgi dolduğunuz bir kimliktir. Vedat Abi böyle bir büyüğümüzdür; umut, direnç, bilgelik kuyusu.

Vedat Türkali, bir ömür dimdik duruşuyla, inançlarından ödünsüzlüğüyle, yakınmasız umuduyla ve ölümsüz yapıtlarıyla ışık ve güç kaynağımız olmuştur. İnsanlık düşmanlığının kuduzdan kuduz olduğu şu günlerde, o bu halkın yenilmezlik simgelerinden biridir. Zaten büyük insan olmak da budur.

-------------------
Vedat Türkali

“Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı, celladın ipi,
Spikerin çenesi, baskı makinesi
Haramilerin elinde”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

11 Mart 2013 Pazartesi

SİLİVRİ’DE İNSANLIĞIN UTANCI VE ONURU ... / Bedri Baykam / 12 Mart 2013 tarihli Cumhuriyet makalesi..



             Yine sabahın köründe kalkıp, iki saat uykuyla 06.00 da yollara düştük. Yine sanki harp sürecinde olan bir olağanüstü hal kontrol noktalarından geçtik. TEM’den gelişin akıl almaz yöntemlerle akışı engellendiği için Silivri’nin merkezinden, tilkice seçilmiş “iç” yollarından gelebildik ancak. Ergenekon davası bu sefer KCK davası yüzünden yukarıdaki küçük salona alınmıştı. Gerçi artık hazır olduğu söylenen yeni büyük salon da kullanılabilirdi ama bu tercih edilmedi. Sabah serinliğinde dostlarla sohbet edip zaman doldururken bir koşuşturma oldu. Bizimkilerin otobüsü gelmişti. Sanki bir 2. Dünya Harbi filmi seyredercesine gözlerim doldu, içim sıkıştı. Ufak pencere aralıklarından el sallayıp gülümsüyorlardı Balbaylar, Tuncaylar... Sonra kapılar açıldı. Sardalya kutusuna sığmaya çalışır gibi jandarmaların şüpheli bakışları arasında içeri dalabilenler daldı. Tuncay Özkan’ın nişanlısı Duygu bile son anda zor girebildi. 54 tutuklu yakını, belki 60-70 gazeteci, 3-4 CHP Milletvekili... Tabii aralarında koltuk değnekleri ile zor hareket eden dostumuz Mahmut Tanal. Nihayet sıra tutukluların içeri alınmasına geldi. Tutuksuz yargılanan Mehmet Ali Çelebi’yi gören İbrahim Özcan espriyi patlatmaktan geri kalmadı. “İşte bizim Genel Kurmay Başkanımız da geldi!”  Her biriyle 9-10 metrelik mesafeye girip göz göze gelen herkes kucak dolusu sevgi ve öpücük yolluyor. Kime mi? Balbay’a, Özkan’a, Hurşit Tolon’a, Mehmet Haberal’a, Sevgi Erenerol’a, Turan Özlü’ye, Muzaffer Tekin’e, Erkan Önsel’e, Hasan Ataman Yıldırım’a, Hikmet Çiçek’e, Mehmet Perinçek’e, yani ezcümle hepsine! O kadar özlenmişler ki! Mesela Tuncay, kim olduğunu göremediğim bir hayranına şöyle sesleniyor o kalabalıkta: “Beni yüreğinde bir yere koy, ben senin bir şeyin olayım”
             Bunlar olayın anekdotik kısımları. Yani orada gümbürtüye götürülmek istenen “insan faktörü” ile ilgili olanlar. Hani Silivri’de insanlık ölmüş diyoruz ya? Aslında bir başka açıdan orada yaşanan aşklara, dostluklara, dayanışmaya bakarsanız insan direncinin, insan onurunun bir koca kalesi Silivri. Tüm insafsızlık ve hukuksuzluğun ortasında, “insan” dimdik inadına ayakta. Birbirine destek olmak için, canı pahasına Cumhuriyet ve Demokrasi’yi korumak için...
            Sevgili dost Av. Ceyhan Mumcu’yu görüyorum öğleden sonra seansına girerken. “Böyle bir dava örneği dünyada var mı?” diye sordu bana. “Tabii ki yok, Uganda’da bile yok” dedim, şu zavallı Afrika ülkelerinden her ne istiyorsak! Şöyle devam etti Mumcu: “Yıllar sonra bu olaya baktığınızda herkes Türk Hakimleri’nin, adaletinin, Siyasetçileri’nin, Savcıları’nın sınıfta kaldığını söyleyecek. Bir tek Türk Avukatları orada sınıfı geçmiş olacak.” Mumcu’ya kim gidip çok yanıldığını söyleyebilir ki?
             Durumun hukuki özetine gelince... Nasıl olsa bugün Cumhuriyet’te detaylı akışı yine bulacaksınız. Ama ben size yaşanan diyaloglardan bazı parçalar aktarmalıyım yine de: Zeynep Küçük:
“Hakim Bey, madem kanunu o kadar iyi biliyorsunuz, size hatırlatmam lazım ki, önce sanığa ve müdafii avukatına söz vermeniz lazım. Yani ‘veya’ değil, ‘ve’ diyor kanun”, “Hayır bunlar konu ile ilgili değil şimdi”. Av. Ali Rıza Dizdar: “Bizler tarafından henüz okunmamış belgeler, dinlenmemiş onca tanığımız var”, “Şimdi bunların sırası değil”. Sanık ve Av. Mustafa Hüseyin Buzoğlu: “Hakim Bey, size göre maddi gerçek vuzuha erdiğine göre, 18 Şubat’ta siz kararınızı vermişsiniz. Yani siz artık tarafsız olmadığınıza göre, ya davadan çekilmeniz lazım, ya da reddi-hakim talebimizi kabul etmeniz lazım” “Hayır lütfen Mahkemenin itibarını düşünmeden konuşmayın, biz burada hukuka göre yargılama yapıyoruz”, “Bizim gözümüzde tarafsızlığınızı yitirmiş olmanız da AİHM nezdinde ciddi bir sorundur”
  Balbay: “Ben CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay. Tanıkların dinlenmesi ve deliller üstüne konuşmak istiyorum. Burada Hukuk ve Millet iradesi ayaklar altında” (Mikrofonu kesiliyor). Cumhuriyet Savcısı Pekgüzel’in mütalaası (özet): “Burada sanıklar soyut kişisel değerlendirmelerle davayı uzatmak için reddi hakim talebinde bulunuyorlar,  gerek yok”
            SONUÇ: Yeni şahitlerin dinlenmesi reddedildi, reddi hakim talebi reddedildi, Av. Celal Ülgen ve daha sonra Av. Ece Unutmaz  için salondan çıkarılma kararı alındı. Ülgen’in yaşadığı tansiyon sorununun ardından yaşanan arbedede Av. Hüseyin Ersöz bir Binbaşı tarafından darp edildi.Uzun lafın kısası güzide bir “ileri demokrasi” günü daha başarıyla yaşama geçirildi!


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

Suya yazı yazmak / Orhan Aydın


Bu böyle olmayacak!
Olmuyor.
Yazıyoruz, meydanlara çıkıyor bağırıp-çağırıyoruz, grevleri, öğrenci eylemlerini destekliyor, mahkeme kapılarında bekleşiyor, olanak tanıyan televizyon-radyo yayınlarına katılıyor düşündüklerimizi söylüyoruz.
Duyan, eden yok.
Dönüp bakıyorum geriye.
Ne oluyor?
Kendimiz çalıp kendimiz söylüyoruz!
Ülkemin mi akıl ayarları bozuk, yoksa bizler mi akıl sağlığımızı yitirdik?
Belki her ikisi de!
Cumhuriyet kurum ve kuruluşlarıyla bitirilmiş-iç edilmiş, operasyon yeni Anayasa ile taçlandırılacak, adam Padişahlık tahtına kurulup ‘astığım astık-kestiğim kestik’ diyerek tüm yetkileri tek elde topluyor ama bizim akıl ayarları bozukların büyükçe çoğulu ya gericiliğin kuyruğuna yapışmış savrulup duruyorlar ya da bitirilmiş Cumhuriyet’e sımsıkı sarılıp, bir bardak suda fırtına koparmanın peşindeler.
Oysa bardak boş!
Soruyorsun, her şeyden yakınıyorlar.
Pahalılıktan, işsizlikten, hukuksuzluktan, adaletsizlikten, eğitimden, sağlıktan, savaş bezirgânlığından, muhafazakârlıktan, yaşam alanlarının talanından, yandaşlıktan, döneklikten, bilim-sanat ve sanatçı düşmanlığından bir şikâyet bir şikâyet ki sonu yok!
Peki, tüm bunlar için ne yapıyorsun?
Kocaman bir hiç!
Kimilerinde ise o hamasi yanıt hazır, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz!”
İyi güzel de ne yapıyorsun?
Mustafa Kemal mi kalkıp kurtaracak bu memleketi?
Niye olmayacak bir duaya âmin diyerek memleketin çıkmazlarını bir bilinmeyene havale ediyorsun?
Karşındakilerin aklı kara-düşü kara; çöreklendiler memleketin başına, tüm değerlerin üstüne simsiyah bir örtü atıyorlar, sen dün ile avunuyorsun!
Bak dünyanın mazlum haklarına, haksızlığa karşı isyan ediyorlar, meydanlar hınca hınç dolu, hiçbir şey yapamasalar da onurlarını birleştiriyorlar.
Sen ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ deyip her şeyi geçmişe havale ediyorsun.
Buradan çıkış var mı?
Yok, hayır bu böyle olmaz, olmayacak.
Bu kocaman ve içi bomboş ninni ile bu toplum, bu ülke yalnızca avutulur.
Buradan barış- eşitlik-özgürlük-kardeşlik filan çıkmaz.
Buradan hak-hukuk-adalet de çıkmaz.
Çıksa çıksa faşizmin zorbalığı-zulmü çıkar.
Zaten gümbür gümbür ve bağrımıza vura vura yaşatılanda başkaca hiç bir şey değil!
B.Brecht’in Maksim Gorki’den uyarladığı ANA oyunundaki ‘Ananın şarkısı’ hep aklımdadır, galiba bin kez daha yinelemek gerekir.
“Boşa didinmek fayda vermez/Her geçen gün daha beter dünden/Böyle gelmiş böyle gitmez/Sömürü zulüm devam etmez/ Kaldırmadıkça başlarımızı sefaletimiz bitmez.”
Şimdi tam zamanıdır, demir tavında dövülür, kurtulalım şu kokmuş karanlıktan, sistemi evirmek bu sistemin paçalarına yapışanlarla birlikte olmaz, bu ülkenin namusu ve onuru olan sosyalistlere kulak verin, bilim insanlığını dinleyin filan diyeceğim ama yine kimseler dinlemeyecek.
Bizimkisi sanal ortamda gevezelik!
Suya yazılan yazılar gibi.
Unutulup gidecek.
Arkamı dönüp baktığımda koca bir ülkenin suskunluğunu ve gericilik vebasına teslim olmuşluğunu göreceğim.
Tıpkı senin gibi.
oaydinoaydin@gmail.com


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

10 Mart 2013 Pazar

Halk Tv canlı yayın 7 Mart 2013‏ / Orhan Aydın


Kalemini de al git! / Nihat Behram



10 Mart 2013, 12:49

Kalemini de al git!
Sıradan bir insani davranışın “kahramanlık” sayılması, “felâket” in kapıda olduğuna işarettir. En normal, en sıradan bir davranış, söz gelimi, bir gazetenin, toplumu ilgilendiren bir olayı haber yapması, gerçeğe ışık tutan bir belgeyi yayınlaması ya da bir gazetecinin siyasi iktidarı eleştiren yazı yazması. Bunu yapmak “kahramanlık” sayılıyorsa, o toplumda kapıyı çalan felâket değilse ne?

Bir işi yapma uğrunda ağır bedel ödemeyi göze almak, kahramanlığın bir özelliğidir. O iş, gazeteciliğin “sıradan işleri” ise, demek ki bu toplumda sıradan bir gazetecilik bile “çok ağır bedel” gerektiriyor! Eğer sıradan bir iş için çok ağır bedel ödemeyi göze alıyorsanız, esasında bu sizin kahramanlığınızdan çok, “felâket”in büyüklüğünü gösterir. Felâketi o noktaya getirense, karşısında adım adım geri çekilme, yani adım adım ona teslimiyettir. Teslim alanın güçlü olmasından değil, teslim olanın güçsüzlüğünden. İktidar baskısıyla işinden atılan, tutuklanan bir gazeteciye, yazara  arka çıkmak, düşünceyi suç sayan anlayışa karşı olmak demokratlığın en sıradan, en doğal tepkileri değil midir? Bu tepkiler ağır bedel ödemeyi gerektiriyorsa, o toplumu tanımlamaya “felaket” sözü de yetmez.

İşin bir yanı bu; diğer yanına gelince: AKP on yıldan fazladır bu ülkenin başında. Soldan devşirme liberaller, bu sürenin büyük bölümünde “vesayeti kırıyor, darbelerle hesaplaşıyor, demokrasi yolunu açıyor” türünden gerekçelerle iktidarın maskesini cilaladı. Zaman içinde dökülmeye, daha doğrusu AKP tarafından dışlanmaya başladılar. Bugünkü halleri hazin! AKP’ye kürekçilik yaptıkları dönemde, “bu gidişatın varacağı yer dikta, padişahlık, dinci faşizm” diyenleri  “darbeci” diye suçlayıp ihbar ettiler. Kendileri,  “vesayetle, orduyla, darbecilikle mücadele” edildiğini söyleyerek, “ileri demokrasi” düşleriyle toplumu avuturken, iş geldi “tek şefe, şeriata, bilim düşmanlığına, yargı despotizmine” dayandı. Ayılıp, “Biz sizi bunun için mi destekledik, ne yapıyorsunuz?” demeye başlayanların “kaderi” de artık “tek şef”in dudakları arasında: “Kalemini de al git!”

İş gelip, RTE’nin bir zamanlarki “Hasan Abi” sine dek dayandı. Artık, “Hasan Abi”, 5 vakit namaza dursa, içki bardaklarını kırsa, umreye abone olsa, Başimam’ın sözlerini muska diye boynuna sarsa da boş! O işlerin “gerçek” sahipleri var. “Hasan Abi” çakma kalır! AKP’nin “Çakma ile idare” dönemi geçti. Trajikomik olansa: AKP' nin yapılanmasında kürekçi başlarından biri de “Hasan Abi”ydi! Sadece medya değil, edebiyat, sanat çevresinden ünlüler de dahil, bir dönem RTE kürekçiliği yapan soldan devşirme liberallerin birçoğu şimdi sepette! “Örnek gazeteci, örnek sanatçı” tipi artık gedikli gericiler.

Kuşkusuz ki, ruhlarını tümden kiralamış, yalakalığı kişilik edinmiş birkaçı hariç, AKP’nin ilk dönem kürekçilerinin düştükleri bu hale, “müstahaklar” diye el ovuşturmamak gerekir. Hem insani duyguya yakışık değil, hem politik açıdan doğru olmaz. Fakat onların yapmaları gereken de, “akıllarının başlarına geldiğini” kanıtlamalarıdır. İçlerinden bazılarının yaptığı gibi, tırsıyıp kenara çekilmek değil. Çünkü “işin bitti” dendiğinde “arazi olmak” da teslimiyetin bir biçimidir. Kürekçilik döneminde girdikleri her ilişkiyi, verdikleri her sözü, tanık oldukları her karanlık işi cesaretle halka açıklamalılar. Bu, ilkin, kendi vicdanlarını temizlemenin bir çabası olur ki, saygı duyulur. Hem de dinci gericilik ve onun dikta hevesine karşı sürdürülen mücadeleye katkı anlamı taşır. Korkmamaları, cesur olmaları gerekir. Korku, düşmanın hizmetindeki bir duygudur. Direnişi besleyen duygu, cesarettir. Devrimci güçlerin cesaret eksikliği gibi bir sorunu yok. Bir avuçken de, tek başlarına kaldıklarında da cesaretle direndiler. Zindanlar direnenlerle dolu. Cesur olması gerekenler, akılları sonradan başlarına gelenlerdir. Tek çareleri, AKP’ye karşı verilen demokrasi mücadelesine katılmalarıdır. Tabi ki, gerçekten demokrasiye özlemleri  var ise!

______________________________________________________

Dörtlük

Cesaret hızla ulaşır kimliğine eğer yalınsa

Bileğitaşındaki bıçak hızıyla kınsız dolaşır,

Korkudur süslenen, süslendikçe gizlendiğini sanır

Oysa ki süslenip gizlendikçe daha canavarlaşır

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..