27 Şubat 2013 Çarşamba

Ektiğini biçersin / Nihat Behram


27 Şubat 2013, 15:07
Ektiğini biçersin
Ne “din” eken aydınlık biçer, ne de “kin” eken umut. Ne ekersen onu biçersin. İktidarın 10 yıldır yaptığı, “din ve kin” ekimidir. İlk yarıda alan hazırlığı ve gizli ekim yapıldı. Şimdi aleni. Hem de haldır haldır. Zaten RTE, “amaçlarının dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek olduğunu” söylemedi mi?

Dinciliğin ve kinciliğin ekimi ve hasadı hakkında örnekler sıralamaya gerek bile yok. Herhangi bir güne “Neler olmuş?” diye şöyle bir göz atmak yeter. Gelinen noktaya bak: Camide düğünü, Diyanet “İçki içilmediği ve kadınla dans edilmediği sürece caizdir” diye onayladı. İlahiyatçı Prof. “Muhitlerdeki diğer sosyal etkinlikler için de cami düşünülmeli” diye pekiştirdi. Camide sünnet, “İlk kez Pamukova’da yapıldı!” Camide veli toplantısını Niğde Milli Eğitim Müdürlüğü gerçekleştirdi! Camide “Dünyevi konularda konuşmalı toplantı sorunu” çözüldü. Derken, “Camide 180 vakit namaz kılan çocuğa tablet bilgisayar” yani “Namaza promosyon” dönemi başladı. Ülke ve dünyadaki gelişmeleri sormak için basın, “Devlet Büyükleri”ni, cami çıkışında bekliyor. Bunun bir adım ilerisi “grup toplantıları”nın cami içine taşınmasıdır!

Canlı canlı derisi yüzülmüş ceylan gibi, nükleer santral mezarlığı haline getirilmiş ormanlardan, hücreleri ülkenin en değerli evlatlarıyla doldurulmuş zindanlara kadar “kincilik” de, bu yarışta “dincilik”ten geri değil.  Zulüm, kan, katliam tutuklama, baskın olmadığı gün var mı? İktidar, aydınlık, bilimsel, uygar, eşitlikçi olan her şeye karşı kanlı, karanlık bir intikam hırsıyla dolu. Aydınlığı, uygarlığı, çağdaşlığı, adaleti, farklı kültür ve inançlara özgürlüğü, halklar arasında barış ve kardeşliği bunlar mı temsil edecek? Onu benim külahıma anlatsalar, o bile güler! Kendi ülkesinin emekçi halkına, doğasına, gençliğine, çağdaş hukukçusuna, bilim adamına, kültür dokusuna, Alevisine, Süryanisine bunca acımasız ve kin dolu olanlar birden bire “barış kardeşlik ve özgürlük temsilcisi” oldular! Sanki Uludere’de katliam yapan da örten de onlar değil! Şam’daki katliam silahları sanki Ay’dan geldi!

Şimdi, iktidar katında olsun, iktidar kürekçisi liberal kesimde olsun dillendirilen bu: “Barış için yakalanmış tarihi fırsat kaçırılmamalı. Herkes buna hizmet etmeli!” Yani ne yapacağız? Çok açık, istenen şu: “AKP ne yaparsa yapsın, asla karşı çıkmayın, en azından susun!” Yani faşizm istediğini yapacak, antifaşist susacak! Ülkenin en değerli hukukçuları zindana tıkılacak, sendikalar basılacak, ilerici, devrimci parti ve kurumlara saldırılacak, gençler coplanacak, gazlanacak, CIA’nın bütün kirli savaş hesapları ve kiralık katilleri ülkemizi üs tutacak ama biz susacağız! Ötesi, “Kürt sorununun bitmesi konusunda doğmuş bu tarihi fırsat”ın kaçmaması için AKP’ye yakın duracağız!

ABD’ye savaş taşeronluğu yapan AKP’ye, “Kürt sorununda akan kanı bitirmek için yakınlık” hesabı, “Kürt’le savaşı bitir, ‘tek’leşip emekçiyi tekmelemene de, Suriye’yi ‘Patriot’la yedeklemene de ses etmeyiz” noktasına varmaz mı? Vardığına, insanlık Irak’ta tanık. Hem de “Özerklik yolunda, Irak kanda boğula” türüyle. Öldürülen Iraklı 2 milyon. Bunun 2 bini, hedef seçilerek tek tek öldürülmüş aydın, sanatçı, yazar, bilim adamı. Aynı kanlı senaryo bütün Arap âleminde sergilendi. En kanlı biçimiyle şimdi Suriye’de sergileniyor. Bütün bu senaryolarda AKP rol almadı mı? Suriye’de sahnede değil mi? “Silahlar sussun, savaş bitsin!” demek iyi de, sistemin silah ve savaş tutkusu Kürt sorunuyla sınırlı değil. RTE, “tek”leşme avında, oltasına şimdi de yem diye, “Yeter ki savaş bitsin zehir içerim” sözünü taktı. Olta ucundaki yemin albenisine kananı ise, yazık ki iyi niyet kurtarmaya yetmiyor!

Umudun hasadı için çırpınmak soylu bir çaba, ama ekilen kin değil de gerçekten umut ise!

Kürt Atasözü:

“Qantır nazê xwê şin nayê (Katır doğurmaz, tuz yeşermez)”

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

26 Şubat 2013 Salı

29. YILINDA HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL‏ / Orhan Aydın


Yürek sızısı…
Orhan Aydın
Şiirlerini tanıdığımda çocuktum.
Adam bağırıyordu sanki avaz avaz.
Gözlerimi kapadığımda usuma düşen resim; uçuşan, dalgalı saçları ile isyanı haykıran bir babacan adamdı gelip karşımda duran.
Söyleyecek sözlerini hemen orada, sesinin ulaşabileceği en yüksek seviyede söylemek istiyor gibiydi hep.
Resimlerini ilk gördüğüm gün yanılmadığımı anladım.
Çatık kaşlı, gergin ve her hali ile isyankâr bir asiydi sanki.
Yazdıklarının hemen hepsiyle tanış oldum. Ezberime kazıdım şiirlerini. Dünya şiiri ile kurduğu köprüden her şairin geçmesine izin vermiyordu. Yol önce Nâzım ustanındı sonra, Neruda'nın. Kendisi de oralarda bir yerlerde olsun yeterdi.
Sözcüklerle kavga etmeyi ve onları kavganın içinde ateşe atmayı, yaratmak için öğrenmeyi, acının da, sevincin de şairin bahçesindeki çiçekler olduğunu ondan öğrendim.
Yıllar sonra, elimi uzattığımda, tanıdığımı sandığım bir koca adamın, yalın, içten, bin çiçek gülüşlü, içinde fırtınalar kopan, sevda dolu, bir uzun yol yolcusu olduğunu anladım.
Sözcüklerin kavgacısı bu nakış yüzlü adam, aslında yaşamın bir şiir olduğunu haykırıyordu.
Tiyatromuz için yazdığı oyunu masanın üzerine attığında; utkularından birini daha gerçekleştirmiş yorgun bir rahatlık duruyordu yüzünde.
Tarih 1979'du.
'77 ve '78'in baharında geziniyordu hayat.
"Sokakta tank paleti, sokakta düdük sesi" hiç eksik değildi.
Faşizmin ayak sesleri geliyordu uzaklardan rap, rap, rap. Bizimkiler alınlarında güneş, yüreklerinde bin sevda, kavganın şiiri gibiydiler. Ateş sarmıştı her bir yanımızı. Ölüm haberlerinin olmadığı tek gün yoktu. Ankara Maltepe'deki Derya sinemasının faşistlerce bombalandığı gün, biz içerde, yanımızda bu rüzgâr saçlı adam, onun bizler için yazdığı HIZARCI oyununu prova ediyorduk.
Oyun için yazdığı sözcükler bombacıları yanıtlıyordu sanki.
"a benim ayakaltım,
a benim kerpiç damım,
geri kalmış kuzum benim, eşkıyam"
Ben, galiba asıl o gün tanıdım onu.
Polisin yakasını toplayan kocaman iki el, avazı çıktığınca bağırdığında yani.
"Tiyatromuzu bombaladınız ulannn!"
Hepimiz onunduk.
Tüm oyuncular, dekorlar, aksesuarlar, kostümler, ışıklar, şarkılar, türküler, afişler ve sözcükler ve kitaplar.
Biz onunduk. Onun kolu, kanadı, yüreği, sevdası, kavgasıydık. Bizi nasıl bombalarlardı.
Çankaya emniyet amiri önce onu aldı. Sonra bizler, kendimizi aldırdık. Tiyatronun karşısındaki müdüriyette kan kusturdu memurlara, "bizi bombalayan faşistler sizlerden biri, kimse ortaya çıksın, yoksa zindan ederim dünyayı" diye sokaktan geçenlerin bile duyacağı bir biçimde haykırıyordu.
Haklıydı.
Emniyet ile tiyatro karşı karşıyaydık.
Öldüğü günden bu güne tam yirmi dokuz yıl geçti.
Nasıl da yaşlanıyor hayat!
Anılarımda gezindiğimde, şurada oturuyor gibi karşımda. Koltuğunun altında siyah, fermuarlı bir çanta, içinde bin bir çiçek. Hepsi Sivas dağlarından, kırlarından devşirilmiş ya da Binboğalar da kışlamış akşam türküleri gibi.
Acıyı Bal Eyledik, Oğlak, Kızılırmak, Temmuz Bildirisi, Kelepçemin Karasında Bir Ak Güvercin, Ağlasun Ay Şafağı, Koçero Vatan Şiiri, Haziran'da Ölmek Zor, Filizkıran Fırtınası, Acılara Tutunmak, Işıklarla Oynamayın, Kavel, Kızılkuğu, Kandan Kına Yakılmaz, Tohumlar Tuz İçinde. Birbirleriyle barışık binlerce dize. Üç tane mizah öykü kitabı.  Made- in Turkey, Bıyıklar Konuşuyor, Öhhööö! Bitmedi, Bedrettin Cömert üstüne çalışmalar ve de çocuklar için; Eşeğin Göz Yaşları, Aşıcı Baba, Ormanın Öcü, Ressamın Bıldırcınları, Becerikli Çocuğun Düşleri. Ve de bizlerden başka kimselerin bilmediği o oynanamayan oyun HIZARCI.
Haziranda Ölmek Zor, Nâzım Usta'nın ardından yazılan bir ağıt.
İşten çıktım
Sokaktayım
Elim yüzüm üstüm başım gazete
Sokakta tank paleti
Sokakta düdük sesi
Sokakta tomson
Sokaktayım
Gece leylak
Ve tomurcuk kokuyor
Yaralı bir şahin olmuş yüreğim
Uy anam anam
Haziranda ölmek zor!
...
Çalışmışım on beş saat
tükenmişim on beş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcak bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara
Sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri
...
Yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 Haziran 63'ü
...
Onca zaman sonra bu gün, kaç şair gezinir tiyatrolarda, kaç sözcük yazılır kavga için, kaç türkü söylenir sevda için, kaç öykü yazılır emek için, kaç ırmak akar içimizden Kızılırmak gibi, hep düşünür oldum.
"Işıkları seviyorum ben. Işıkların altında ışıyan sözcüklerden ötürü, aşkı seviyorum ben, üretime olan tutkumdan ötürü, sizi seviyorum ben tiyatroya olan açlığımdan ötürü."
Sivas dağlarının mor menekşesi, HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL, yamaçları mor menekşe kokan bir dağ olalı, tam yirmi dokuz yıl geçti. Geride öfkesi kaldı.
oaydinoaydin@gmail.com

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

25 Şubat 2013 Pazartesi

FRANSA, BİZİM YOLLARI 15 YIL GERİDEN TAKİP EDİYOR / Bedri Baykam



           Fransa mı desem yoksa daha geniş anlamda “Batı” mı? Emin olamıyorum, çünkü Belçika, Almanya, İngiltere ve daha onca ülke bu tartışmalarda fırtınanın gözbebeğine çekiliyorlar. Benim örneklerim Fransa’dan, ama nasıl isterseniz okuyabilirsiniz.
            Nasıl Türkiye 1990’ların ilk yıllarından başlayarak türban ve TCK 163. Madde üzerinden, “Düşünce özgürlüğü-Bireysel özgürlükler-Din-Hukuk” tartışmalarının dibine çekilip sonunda saflık, gaflet ve cesaret eksikliği ile tüm laik mevzilerini ve hukuk devleti olma vasıflarını teker teker kaybettiyse, Fransa da ilginç bir şekilde aşağı yukarı 15 sene geriden gelerek aynı durumda; hatta akrobasi ipinin üstünde sallanıp duruyor. Hem de özünde bizim gibi bir Müslüman ülke olmamasına rağmen! Fransa’da sayımlarda din ve ırk aidiyeti soruları sorulamadığı için ancak tahmin yürütülüyor ve Müslüman sayısı belki %8 civarında geziniyor. Ama Fransızlar’ın Müslümanlardan dört kere daha az çocuk yaptıkları göz önüne alındığında 15 sene sonra bu rakamın %22’ye çıkması muhtemel görülüyor. 40-50 yıl sonra ise Fransa’dan bir “İslam ülkesi” olarak söz etmenin mümkün olacağı konuşuluyor... Ama aktaracağım izler bugünlerden.
           Bir TV tartışması: Geçen yıl Montauban ve Toulouse kentlerinde 3’ü çocuk 7 kişinin ölümü ile sonuçlanan ağır saldırılardan sonra daha da ateşlenen tartışma ortamında her geçen gün yeni bir kitap veya TV paneli bu konuları irdeliyor. Doğal olarak Yunanistan’la beraber “Demokrasinin beşiği” sıfatını taşıyan ülkede, bizim 2. Cumhuriyetçiler’i aratmayacak demagoji ustalarının laikliği kanırtması ve hırpalamaları ise kaçınılmaz. Gözümde yeniden canlanan bir geçmiş sahneyi izler gibi bakakaldım, Pazar gecesi bir kanaldaki tartışmalara: İmam Hassen Chalgoumi ve yazar David Pujadas’ın “Çok Geç Kalmadan Birşeyler Yapalım” kitabı etrafında alevlenen medyatik kavgalar: Artık o kadar ezberlemişim ki her iki tarafın neler söyleyeceğini, hangi aşamada ses tonlarının yükseleceğini! Hayrını görün ve Allah akıl fikir ihsan eylesin demekle yetiniyorum.
            Bir yazar onuruna davet:  Geçen hafta sonu Paris’te, çoğunluğu siyasetçi, gazeteci, akademisyen veya benzeri gruplardan oluşan bir grubun davetli olduğu akşam yemeğinde, Kanadalı ünlü yazar İrshad Manji onur konuğu. Kadın beni görünce heyecanla gelip sarılıyor, çok eskiden tanışıyormuşuz ama, eyvah ki ben hatırlamıyorum! Bozuntuya vermeden rolümü oynuyorum. Kendisi İslam’ı reforme etme arzusuyla yola çıkmış, bu uğurda kitaplar yazmış, tartışmalara katılmış ve tabii bu nedenle hakkında ölüm fetvaları çıkarılmış, hedef gösterilmiş bir kadın. Türkiye’de de kendisinden sıkça söz edilmiş olan Manji, Kuran’da artık uygulanması imkansız veya muğlak ifadelerin gözden geçirilmesi ve özgürlükçü yeni bir tasvir yapılması olarak özetleyebileceğimiz çabaları nedeniyle “dişi Salman Rüşdi” olarak tanımlanıyor. Yaptığı konuşmada kanıma göre sonsuz bir iyiniyet elçisi rolüne soyunan yazardan sonra söz aldığımda,  kendisine köktendinciliğin tüm bedellerini ödemiş bir aydınlar grubunun üyesi olarak karşı tarafın katılığını, Atatürk laikliğinin getirilerini hatırlattım. Aramızda yer alan “İslamı yeni seçmiş” ilginç Fransızlar’ın da katkılarıyla uzayıp giden gece, tabii bana yine 90’lardan kalma bazı sosyal katman karıştırıcısı fantezilerimizi hatırlattı.
              Bir film: “Allah’ın Atları” (Les Chevaux de Dieu), Fransa-Fas-Belçika yapımı. Nabil Ayouch’un yönetmenliğini yaptığı iç karartıcı ve harika bir eser. 2000ler dönemecinde yaşanmış gerçek bir hikaye. Casablanca’nın varoşlarında, içinde yaşadıkları fakirlik ve aidiyet krizinin orta yerinde köktendinci bir terör örgütünün eline düşen ve sonunda intihar komandoluğuna terfi edip şehit olma ve cennete gitme hakkı kazanan gencecik insanların dramı, en yalın ve düşündürücü uslupla ele elınmış. Yani haberlerden duyduğumuz “şu kadar ölü”ye neden olan ölüm komandolarının, aslında nasıl masum, beyni yıkanmış fakir çocuklardan seçildiklerini olayı içinden yaşayarak görüyoruz. Hani artık bizim ülkede “tanımlaması yapılamadığı için” suç olmaktan çıkarılan, MGK’da masaya bile yatırılamayan “irtica”nın seçtiği kurbanların hikayesi...
           Fransa, şayet “ödünsüz laik-demokrasi”yi korumayı bilmez ve “kişisel hak ve özgürlükleri koruma” adı altında ayağının altındaki halının çekildiğinin farkına varamazsa, bayağ neşeli ve çelişkili çıngarlar izleyeceğimizden şüpheniz olmasın! Fransız medyası, Nilüfer Göle, Mehmet Altan ve Hadi Uluengin’den biraz ders alırsa, keyif oranı da o ölçüde patlama yapar...   


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..                                                                                        

Talan, yalan ve sonrası… / Orhan Aydın



Talan, yalan ve sonrası…

Her şey yıkılacak.

Camiler, köprüler,  geçitler, tüneller, gökdelenler, o süslü püslü AVM binaları ve evlerimiz yerle bir olacaklar.

Altlarında kalacağız.

Betona teslim edilmiş tüm kentler gibi İstanbul’da insanlığa mezar olacak.

Bunlar benim öngörülerim değil, Kent bilimcilerinin saptamaları.

Altı şiddetinin üstündeki her depremin sonucu bu olacak.

Padişah’ın açıklamalarından anladığımız o ki İstanbul kentinde yeşil alanı geçin, iki karış olsun toprak parçası bile kalmayacak.

Dört bir yanı delik-deşik edilip köstebek yuvasına dönüşen kent, tarihindeki en büyük alt yapı sorunlarını yaşıyormuş kime ne?

Son hız inşaatlar yapmaya devam!

Sokaklar, meydanlar, mahalleler ve bin yıllık kültürel dokular talan ediliyormuş sana ne.

Yık yerine ucubeler dik, sat-kirala paraya tahvil et.

Çılgınlık öylesi boyuta erişti ki olası bir depremde sığınacak-toplanacak yer bile kalmadı.

16 milyonluk kentin nasıl talan edildiğini halen görmeyenler, 2001 yılında İstanbul Valiliği Afet Yönetim Merkezi tarafından ilan edilen 480 çadır ve toplanma yerinin nasıl betona teslim edildiğini görerek, bir kanıya varabilirler.

AKP’nin övünç kaynağı Çağlayan Adalet Sarayı’nın arsası olan Abide-i Hürriyet Meydanı,  olası bir deprem de halkın toplanma yeriydi.

En gözde alanlardan yükselen Forum İstanbul, Capacity, Trump Towers, Anthill gibi beton yığınları da bu dönemin gudubet eserleridir ve hepsi deprem toplanma alanlarına inşa edildiler.

Meslek odalarının raporu, AKP’nin ve yandaşlarının yüzünü kızartmayacaksa kimin yüzünü kızartacak!

Kuşdili Çayırı, Kartal Adliyesi, Merdivenköy Mahallesi Çocuk Esirgeme Kurumu Arazisi, Bostancı Mahallesi, Ağaoğlu Mycity Bahçelievler, Meydan AVM, Levent İETT Garajı, Bahçelievler Starcity Outlet, Sahilpark Evleri, Ora AVM, Kiptaş Ünalan Evleri, Üsküdar Devlet Malzeme Ofisi Arazisi, Kiptaş Tuzla 2. Ve 3. Etap Konutları, Maltepe Dap Royal Center, Kemerpark Evleri, Bağcılar Çınar Olimpia Park Sitesi, Bakırköy Ataköy Konakları, Capacity AVM, Beşiktaş Selenium Plaza, Ortaköy Ermeni Vakfı Arazisi, Beşiktaş Spor Kulübü Fulya Projesi ve Dünya âlemin gözleri önünde sürdürülen Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi’nin Gezi Parkı bölümü de olası bir deprem de toplanma alanıydı.

Bu alanlardan yükselen ucubelere bakınca; kentsel dönüşüme karşı çıkanları, yandaşlarına ve halka şikâyet edip karalayanlar, hangi yalanı gizliyorlar daha iyi anlamak mümkün olsa gerek.

Meslek odalarının raporları adeta isyan edercesine bağırıyor; “son 10 yıl içinde kente karşı işlenen suçlar, tüm tarihimiz boyunca işlenenlerden daha ağır ve geriye dönüşü de yok.”

Kentin dünden bugüne gelen tarihsel ve kültürel görünümü de kirletildi.

Vapur yolculuğu yapan her yurttaş kafasını kaldırdığında bu talanın tüm İstanbul’u nasıl kuşattığını görecektir.

İstanbul’u uçaktan görenlerin ise zaten aklı şaşıyor.

Boğazın her iki yakası ve güzelim tepelerden üstümüze beton kusuyor.

Çok övündükleri camilerin arkalarından, gökyüzüne kavuşmakta yarış eden ölüm yapıları yükseliyor.

Dolgu alanlarında yapılmış ve denize mesafeleri yalnızca 150 metre olan bu gökdelenler birer çirkinlik abidesi.

Koruların içinden iş makinaları sesleri geliyor.

Yeşil iç ediliyor.

Her toprak parçasına konutlar dikiliyor.

Oysa İstanbul İnşaat Mühendisleri Odası raporları ortada, yalnız İstanbul’da 150.000 konut fazlası var!

Bu ne çılgınlık, bu ne hırs?

3. Havaalanı için binlerce ağaç kesilip, su havzaları kurutulacak, tepelere, parklara-bahçelere bol minareli ‘görkemli’ camiler kondurulacak.

Ormanların içine siteler, AVM binaları dikilecek böylelikle kentin ciğerlerine kanser mikrobu şırınga edilecek.

Tüm tarihi binalar yıkılıyor-yıkılacak.

Bütün bu olup bitenleri gizlemek ve tam tersini söyleyerek talana ve kentin yok oluşuna karşı çıkanları suçlamak, ancak büyük bir yalancının-talancının becerebileceği bir şeydir.

Yaşatılan da budur.

Başbakan, kürsülerden kentsel talanı, ‘dönüşüm, dönüşüm’ diye anlatıp böbürlenirken alkışlamaktan elleri kızaranların, bağırmaktan sesleri kısılanların, yarın olası bir depremde kaçacak yerlerinin bile olmaması ne acı!

Gericiliğin deprem sonrası için senaryoları da var.

Orta da hazırlanmış hastaneler, sağlık merkezleri, barınma yerleri, aş evleri, okullar filan olmadığına ve tüm toplanma yerleri de talan edildiğine göre; önce, ‘Allah’ın işi elden ne gelir’ denecek sonra toplu cenaze merasimleri düzenlenip, mezar yeri yokluğundan insanlar üst üste gömülecek.

Şimdi sormak gerekiyor.

Bu yok edişi görenlerin ve halkına anlatanların önünü ‘münafık-hain’ diye kesmeye çalışmak, vicdansızlık ve insafsızlık değil de nedir?

Kim verecek bu sorunun yanıtını.

İstanbul Belediye Başkanı mı, İstanbul Valisi mi yoksa Başbakan mı?

oaydinoaydin@gmail.com

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..


24 Şubat 2013 Pazar

Faşizmin “zaman ayarlı” operasyonları / Nihat Behram


24 Şubat 2013, 11:54
Faşizmin “zaman ayarlı” operasyonları
Operasyon operasyona ekleniyor. Zemberek, yelkovan, akrep uyumu tıkır tıkır. Her şey önceden programlanmış, hesaplı, ölçülü, biçili. Aynı anda onlarca kentte, yüzlerce adrese birden. Son 5 yıldır bu böyle. Hız kesmeden. Bu ülkede hiçbir dönem, bunca uzun süre, ardı ardına bunca yoğun operasyon görülmedi. Hem de, Şam’dan Bağdat’a uluslararası boyutuyla.

Operasyonların hedefleri farklı da olsa, yöntem aynı. Biri, “örtü” niteliğinde medyatik, diğerleri ise, önceden belirlenmiş hedeflere “örtü altı” darbe! İşte, geçtiğimiz hafta Silivri’de sanık yakınlarına, Sinop’ta HDK heyetine, Samsun’da TKP’ye yönelik organize saldırılar ve aynı günün gecesinde ise kamuoyuna “DHKP-C ye yönelik” diye sunulan KESK’e, ÇHD ve HHB avukatlarına yönelik operasyonlar. Yüzlerce gözaltı, basılan ev, işyeri, dernek. Sıraya koydular. Yargıdan, kültür kurumlarına, demokratik kitle örgütlerinden, devrimci hareketlere, eğitim kurumlarından, sendikalara dek yıldırma, toplumu teslim alma taarruzu sürdürüyorlar. Operasyon operasyonu izliyor. Ergenekon, Balyoz falan diye başladıkları dönemde “Devrimci Karargâh”la nabız yokladıkları sol güçlere geldi sıra. Dört yıl önce her şeyin altında “Ergenekon” ve “Darbe” vardı, şimdi DHKP-C var!  ÇHD, HHB, Grup Yorum, İstanbul Barosu ve en son KESK’e karşı düzenlenen operasyonların bir sonraki ayağında TKP, Halkevleri, ÖDP olacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. İşaretleri  yeterince var. Yurtsever, devrimci, demokrat ve emekçi halka yandaş olan bütün muhalif güçler, ABD savaş taşeronu faşizmin hedefinde.

Yöntem aynı: Yalan, iftira, düzmece belge, gizli tanık, polis raporu, telefon dinleme, gizli kamera, kuvvetli şüphe, kitap, afiş, polis yapımı CD, çelik kapılı karargâhlar, kozmik oda, suikast krokileri, say ki say. 10 yıldır artık ezberlenmiş “suç kanıtları”! Fotoğraftan şarkı sözüne, her şey delil olma niteliği taşıyor. Savcının “suçlu” olduklarına “tahmin” ile karar vermesi  davaya dahil edilip mahkûm olmaya zaten yetiyor! Zindanlar, “tahminen suçlu”yla dolu! Diyelim ki, Grup Yorum’un konserine katılmışsın, o gün bir arkadaşın sana telefon edip ‘Nasıldı?” diye sormuş, sen de “Bomba gibiydi!” demişsin. Soran da yandı, sen de! Derdini anlatana dek 5 yıl geçer. 23 yıl ceza yersin, yattığın 5  yıl düşülür, 18 yıl daha yatman gerekir!  “Adalet sonunda tecelli eder!” diyorlar ya, o “umudu” da, “Eder ama bu yargıyla değil!” diye düzeltmek gerekli. “İleri Demokrasi”de böyle. “Yeni anayasa” ile daha beter olacak!

Acı olansa, halk güçlerine yönelik bu saldırılara örttükleri örtünün gördüğü itibar! Önceki operasyonların örtüsü, “vesayeti kırma, darbecilik ve 12 Eylül ile hesaplaşma, demokratik açılımlar” tezgâhında dokunmuştu. Yandaş yalaka medya ve soldan devşirme liberaller, tezgâhlarda haldır haldır  çalıştılar. Dinci faşizmin kurumlaşmasında AKP’ye hizmet verdiler. Yeni dönemin örtüsü için, “Barış’a uzatılan el, analar ağlamasın” tezgâhı kuruldu. AKP her istediğini yapacak, ama sen susacaksın! Her yanlış hareket, “tarihi olarak yakalanmış barış fırsatını” kaçırmaya hizmet eder! AKP faşizminin KESK’ten HHB’ye, DİSK’ten ÇHD’ye yönelik saldırılarına, emekçilere yönelik oyunlara karşı çıkmayacaksın! Patriotlara, savaş taşeronluğuna, ülkenin kültür ve doğa dokusuna yönelik yıkıma ses çıkarmayacaksın. Ötesi: “barış” sözüne inanıp AKP diktasına destek olacaksın. Örtü bu! Sarınırsanız! Liberallerin döndürdüğü plakta şimdi bu “şarkı” var! Dinlerseniz! Servis edilen “tatlı” bu! Yerseniz!

Unutulmasın ki, tarih yanılgıya ağır bedel ödetir. Faşizmin, gerçeği gizleyen kara örtüsü onu sarınan herkesi boğar. Buna, “demokrasi, halkların kardeşliği, özgürlük, barış” duygularıyla o örtüyü sarınma yanlışına düşenler de dahil. Tutunduğu dalı kesme anlamındadır. AKP’nin  operasyonları “zaman ayarlı” halk düşmanlığıdır. “Tek şef”lik yolundaki karanlık oyununu şimdi de “silahlar sussun” örtüsü altında oynuyor! Oyunu bozacak olansa halk güçlerinin birlikte, omuz omuza, antifaşist kükreyişidir.


Dörtlük

Coştukça yatağında selleşen nehirlere bak
Yağmur ve rüzgâr o büyük aşkın yamçısıdır
Dalgalan ey halk, kendine nehirleri örnek al
Emeğin uğrunda kavga onurun kamçısıdır


Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

23 Şubat 2013 Cumartesi

SANATÇILAR GİRİŞİMİ, HAYDARPAŞA DAYANIŞMASINA DESTEK VERDİ.




SANATÇILAR GİRİŞİMİ, HAYDARPAŞA DAYANIŞMASINA DESTEK VERDİ.

Haydarpaşa Garı'ndan, Anadolu'ya giden tren seferlerinin kapatılması ve Haydarpaşa Garı ve Limanı Projesi sebebiyle Haydarpaşa Dayanışması tarafından 20 Şubat 2013 tarihinde düzenlenen etkinliğe birçok sivil toplum kuruluşu, siyasi partiler Kadıköy’lüler ve İstanbul’lular katıldı...

İstanbul Kadıköy İskele Meydanı’nda saat 18.30’da bir araya gelen topluluk, “Haydarpaşa Dayanışması” yazılı pankartın arkasında ellerinde ‘Susma Diren Haydarpaşa’ya Tren, Ulaşım Hakkımız Engellenemez, Haydarpaşa Trensiz Vapursuz Kalmayacak’ yazılı döviz ve meşalelerle Haydarpaşa Garı’na geldi. Grup, temsili tren yürüttü. 

Haydarpaşa Dayanışması adına hazırlanan basın açıklamasını Sanatçılar girişiminden Tiyatro Sanatçısı Orhan Kurtuldu okudu ve program akışını sundu.

Yapılan Basın Açıklamasının Tam Metni şöyledir;

2004 yınından beri AKP iktidarı, toplumsal belleğimiz ve aynı zamanda "Kentsel ve Tarihsel Sit Alanı" olan Haydarpaşa Garı, Kıyı ve Liman alanını çevresiyle birlikte "bilim ve akıl dışı" yöntemleriyle yağmalamak için ısrarla çabalarını sürdürmektedir...

Tarih, doğa ve kültürel değerler, şehircilik ilkeleri, bilimsel raporlar, toplum tepkileri dikkate alınmadan sadece "rant hırsı" ile hareket edilen bu süreçte "hukuk ve demokrasi" ayaklar altına alınmıştır...

Haydarpaşa Dayanışması olarak 9 yıldır sürdürülen "Haydarpaşa'yı savunma" çabaları gösterilen demokratik tepkiler ve toplumsal duyarlılıklarla elde edilen kimi kazanımlara karşın Haydarpaşa Gar binası 2 yıl önce yakılmış; 1 yıl önce Garın Anadolu bağlantısı kesilmiş; "KORUMA" adında "RANT PLANI" yürürlüğe sokulmuş ve bölgeye inşaat yapımı amacıyla çalışmalara hız verilmiştir...

Kamu yönetimi, planlama, koruma ve hukuk tarihimize kara bir leke olarak geçen bu "yağma ve talan" kararını alanları kınıyoruz!

Hukuk mücadelemizin bir devamı olarak "evrensel koruma ilkelerine ve koruma hukukumuza" açıkca aykırı olan ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından AKP'li meclis üyelerinin oylarıyla kabul edilen "Koruma Amaçlı Plan"ın yürütülmesinin durdurulması ve iptali amacı ile dava açılmıştır...

Bizler "oldu-bitti"lerin yaşanmaması için yargı sürecinin beklenmesi ve yargının "bağımsız ve hukuk normlarını esas alan" bir karar sürecini hızla işletmesini beklemekteyiz...

Hukuksuzluğun, kuralsızlığın ve çılgınlığın "ilke" haline geldiği günümüz koşullarında, kent, çevre, kamu ve emek değerlerine sahip çıkmanın zorluğunu yaşamaktayız. Diktatörlüğe giden yolun kamusal varlıkların haraç-mezat satışı ve rantla örüldüğünün farkındayız. Buna karşın toplumsal duyarlılıkların ve dayanışmamızın bütün zorlukları yeneceğinin bilincinde ve inancını taşımaktayız...

Her bakımdan gelinen bu kritik aşamada Haydarpaşa Dayanışması olarak, yağmaya karşı mücadelemizin 9. yıl, Pazar nöbetimizin 1. yılı ve Perşembe buluşmalarımızın 35. haftasında Haydarpaşa ve çevresini bütün değerleriyle birlikte savunmaya kararlı olduğumuzu bir kez daha yineliyoruz...

Bizler tarihi Haydarpaşa Garı önünde duyarlı yuttaşlar, Kadıköylüler, Üsküdarlılar, İstanbullular olarak "talana ve rantiye" geçit vermeyeceğimizi bir kez daha ilan ediyoruz!

Haydarpaşa halkındır, halkın kalacak...!

Toplumsal Kent ve Çevre için / Haydarpaşa Dayanışması

Sanatçılar Girişimi adına konuşma yapan ve “Türkiye Güzel Yurdum Üzgün Yurdum” adlı şiirini okuyan Ataol Berhamoğlu, "Haydarpaşa Garı’nı sattırmayacağız. Onlar kendi ruhlarını sattırabilirler ama biz ülkemizin kültür varlıklarını sattırmayacağız,direneceğiz” dedi . 

Sanatçılar Girişimi adına Haydarpaşa Dayanışmasına katılan Bilgesu Erenus gitarıyla, İsmail Hakkı Demircioğlu ise bağlamasıyla şarkı ve türküler söylediler.

Etkinliğe katılan kalabalık gurup şarkı ve türkülere eşlik ettiler.

TÜRK, TÜRKİYE, TÜRKÇE / Ataol Behramoğlu




    Tayyip Erdoğan çoğu kez yaptığı gibi son günlerde milliyetçilik üzerine söyledikleriyle de toplumun karşısına bir laf bulamacıyla çıkmış oldu.
     Bu laf kalabalığı içinde  ne söylemeye çalıştığını  elden geldiğince iyi niyetle anlamaya çalışırsak, özetle,  etnik milliyetçiliğe(ırkçlığa) karşı  olduğu sonucunu çıkarıyoruz.
     Ulus devletler döneminde  özellikle doğru  doğal bir şeydir bu.
     Fakat  başbakan burada durmayarak ; “kimse karşıma Kürt olarak da  Türk olarak  da çıkmasın” diye devam ediyor.
      Yine iyi niyetle yorumlarsak, bununla da, kimse  kendini öncelikle etnik aidiyetiyle tanımlamasın demek istiyor.
       İlk bakışta pek hoş görünmekle birlikte, tam da burada, birkaç noktada açıklık getirmemiz gerekiyor…

           ***                                   ***                        ***
      Bunlardan biri , Tayyip Erdoğan ve benzerlerinin, etnik aidiyet kavramına karşı çıkarken  dinsel(ve mezhepsel) aidiyet olgusunu öne çıkarmalarıdır.
       Mezhep savaşlarının  mezbahasına dönmüş  Ortadoğu’da ve genel olarak İslam coğrafyasında, laik bir ulus devlet olma yönünde çok önemli yol almış  ülkemizde, ırk ayrımcılığının reddedilip    dinciliğin(ve mezhepçiliğin) baş tacı edilmesi, en az  onun  kadar geri, bilim dışı, en az onun kadar büyük  yıkımlara yol açmış , açmakta ve açacak olan bir başka  felaketin kapısını çalmaktır.
               
   ***                                  ***                       ***
        İkinci nokta, Türkiye ulus devleti içinde  Kürt etnik aidiyetçiliğinin  giderek daha yüksek sesle  dile getirilmekte oluşudur. Türkiye’de bir Kürdistan oluşturma ve onun da ötesinde birleşik bir Kürdistan yaratma hedefinin öncelikli  düşünsel temeli etnik aidiyet kavramı değilse nedir?
   Kürt ya da Türk  ya da başka uluslardan Kürdistan ideolog, politikacı ve yandaşlarının, , ulus devlet olmanın ulusal ekonomi ve dil başta olmak üzere temel koşulları   üzerinde kafa yormaktan çok, bilinen dış desteklere de  güvenerek   işi oldu bittiye getirmek eğiliminde olduklarını düşünüyorum

         ***                      ***                          ***
  Bu yazıda altını çizmek istediğim ve açıklık kazanmasını istediğim  asıl sorun ise, Türkiye başbakanının, daha öncelerde de  dile getirmiş olduğu  gibi “Türk” sözünü etnik bir aidiyetin adı olarak ve sadece bu anlamıyla görmekte oluşudur.
         “Türk” sözcüğü  ulusal bir aidiyetin değil de sadece  etnik bir aidiyetin adıysa ve  bu iddiada bulunan kişi  herhangi biri değil de ülkenin başbakanıysa, ona  kendini bu etnik aidiyetten sayıp saymadığını sorma  hakkımız olacaktır..
         Erdoğan bu soruyu dürüstçe, açıkça yanıtlamalıdır.
         Türk’üm diyorsa, tartışmamızı daha ileri  bir alana, “Türk” kavramının Türkiye gerçekliğinde  neden daha çok ulusal aidiyetin adı  olduğu konusuna doğru geliştiririz…
      Değilim diyorsa, bunu kuşkusuz ki saygıyla karşılar, fakat o zaman da  kendisine şu soruları yöneltiriz:
        “Öyleyse, sadece bir etnik aidiyetin adı neden bütün bir ülkenin adı olsun? Siz ülkemize Türkiye denilmesini gerçekten benimsiyor musunuz? Benimsiyorsanız, bu bir tutarsızlık değil mi? Benimsemiyorsanız, neden dile getirmiyorsunuz? Henüz zamanı gelmediğini düşündüğünüzden mi..?”
      Tayyip Erdoğan’ın kendini hangi etnik aidiyetten sayıp saymadığı umurumda değil. Fakat ülkemizin adı konusundaki düşüncesini dürüstçe açıklamalıdır…

                ***                             ***                             ***
Ve son olarak, Türkçe… 
    Türklük sadece bir etnik aidiyetin adıysa,  Türkçe de bu aidiyetin sınırları  gerisine çekilmek zorunda değil midir?
     Buna bağlı olarak da  bu ülkede ne  kadar etnik aidiyet varsa ya da olduğu düşünülüyorsa o kadar sayıda ana dilde eğitim hakkı olmalı,, böylece de  Anadolu ve Trakya coğrafyasında ayrı ulus devletler oluşturmanın yolu açılmalıdır…
      Bu son söylediklerim bu gün belki kuruntu gibi görünebilir…
       Fakat teslimiyetçi akılla değil de ileriye dönük irdeleyici akılla düşünülürse, pek de öyle olmadığı görülecektir…


Ataol Behramoğlu/Cumartesi Yazıları/230213

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

20 Şubat 2013 Çarşamba

Sanatçılar Girişimi: HAYDARPAŞA DİRENİŞİ Fotoğraflar





Tarihi Haydarpaşa Garının RANTA ve TALANA peşkeş edilmemesi için Kadıköy'den Haydarpaşa 'ya gerçekleştirilen yürüyüşte SANATÇILAR GİRİŞİMİ olarak oradaydık.

Hasta ziyaretine cenaze levazımatıyla gitmek / Nihat Behram


20 Şubat 2013, 12:59
Hasta ziyaretine cenaze levazımatıyla gitmek
Yurt, Başbakan’ın Ergin Saygun “ziyaret”ini “Hukuku katledenin cinayet mahalline dönüşü!” diye tanımlamıştı. “Koltuğunun altında cenaze levazımatıyla” diye başlatmak bu tanımı biraz daha tamamlar. Sadece Başbakan değil, bugünkü durumdan sorumlu herkes böyledir. Tümünün koltuk altında Profesör Dr. Fatih Hilmioğlu’nun kefeninden bir parça var.

Bu ülkenin  seçkin, çağdaş, bilgi ve bilinç kuyusu bir değerini göz göre göre ölüme terk ettiler. Nâzım’ın,“Yüreklerin kulakları sağır!” dizesi tam da bu halin tanımıdır. Bu vicdansızlık karşısında susan, öfkelenmeyen, duygusunu içinde ateş topu gibi taşımayan herkese lânet olsun. Bu hale yol açanlara, o yolda yürümeyi açık ya da utangaç savunanlara iki kere lânet olsun.

AKP zulmü karşısında yıllarca susan, kuyruğuna basmaktan titizlikle kaçınan, fakat AKP, “Savaş bitsin” deyiverince, birden “Barış, kardeşlik” havarisi kesilen ama Hilmioğlu türü acılara “bulaşmak”tan yine titizlikle kaçınanlara da lânet olsun. O koca koca yazarlara, starlara, aydın bozuntularına! Onların koltuğunun altında da Hilmioğlu’nun kefeninden  parça var. İnsan olmaktan, bilime adanmaktan, çağdaşlıktan, uygarlıktan, yurtseverlikten başka “suçu” olmayan, yani  suçsuzun suçsuzu bir değerimiz sızım sızım ölüyor. Güya işkence kalktı. İktidar ve yalaka yandaşları öyle söylüyor. Hilmioğlu’na yapılan, işkencenin en fütursuzudur. İşkencenin falakadan, elektrik şokuna dek çok türüne bizzat muhatap olmuş biriyim. Ama Hilmioğlu’na uygulanan tümünden beter. Evladının cesedini mezarı başında bekletip, onu cenaze yolunda saatlerce körfezde sürdüler. Ve o insan ölümcül hasta. İktidarın koltuk altındaki cenaze levazımatı budur. Yanında, kefen bezi masum kalır.

Hilmioğlu, kanser dahil, bir dizi ağır hastalığın pençesinde, inim inim. Ama “Yüreklerin kulakları sağır!” Bu nasıl vicdan, bu nasıl insanlık, bu nasıl hukuk, bu nasıl devlet adamlığı? Hani, bazı vahşet görüntüleri vardır, iç burkmasın diye yayınlanırken buzlandırılır. Hilmioğlu’nunkini ise parlatıp koyuyorlar.  “Hepinize,  bütün insani değerlere, insanlığa işkence yapıyoruz” dercesine. O ise, ne denli onurlu ki, baş eğmedi, etek öpmedi, “aman” demedi; tam tersi, avukatına “Boşuna tahliye talebinde bulunmayın, beni böyle öldürmek istiyorlar!” demiş. Hilmioğlu’na yapılan işkence, Hitler’in Nazi Almanyası ve Ortaçağ Krallarının, aslanlar önüne köle atma eğlenceleriyle aynı ayardadır. 21.yüzyıl ve dünyanın gözleri önünde. Demek ki, yüreklerin gözleri de kör! Zindandan, “Yargılanmıyoruz, öldürülüyoruz!” diye haber yollamış. Her gece ekranda, “domuz bağı”nı anımsatan yüzleriyle bir yığın zibidi, “insan hakları” üstüne ötüp duruyor. Hilmioğlu can çekişiyor. Onunla birlikte insanlık, demokrasi, hukuk can çekişiyor. Uygarlığın, insanlığın boğazında yobazlığın domuz bağı!

Hilmioğlu’na yapılanlar, bu toplumun tanık olduğu acımasızlığın, değer tanımazlığın en doruğunda yer aldı. Bu toplum, gerici, zalim yönetimlerin bin türünü gördü de, bu türünü ilk kez görüyor. Sağcı sağcı, solcu solcu, dinci dinci, faşist faşitti. Bunlarda tümünün maskesi var. “Analar ağlamasın”dan “Ananı da al git”ciliğe kadar. Koltuk altında cenaze levazımatıyla hastane ziyaretine gitmek de zaten budur.

Olayın acısını içinde duyanlara gelince: Anlamıyorum, bu kadar zor mu, sözgelimi CHP’li yüz vekilin gidip o zindanın önünde, ölümü paylaşmak adına ölüm orucuna yatması; dünyaya bu acıyı teşhir edip, esirini aslanın ağzından kapması? Hiç kuşkum yok ki, en az yüz bin insan da acıyı canıyla bölüşecektir.

Başta Adalet Bakanı, devlet erkânı bu konu sorulduğunda “hukukun, adaletin üstünlüğü, bağımsızlığı” diye “yanıt” marka ciklet çiğniyorlar. Utanma duyguları da yok. Ayrıca, olsa ne fark edecek?


Dörtlük

Sustum sadece sustum

Konuştu konuşacağı kadar

Baktım sadece baktım

Yüzü yok utansa neye yarar

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

19 Şubat 2013 Salı

HAYDARPAŞA DİRENİŞİ



HAYDARPAŞA DİRENİŞİ
Basın Açıklaması ve Sunum : ORHAN KURTULDU
Şiir : ATAOL BEHRAMOĞLU
Müzik : BİLGESU ERENUS
Tiyatro Gösterisi:SİMURG
Şiir :ENDER YİĞİT
Saz/söz dinletisi : İSMAİL HAKKI DEMİRCİOĞLU

20 ŞUBAT 2013, ÇARŞAMBA, Saat:18.30

18 Şubat 2013 Pazartesi

“GANGSTER SQUAD” FİLMİNİ GÖRDÜM DE... / Bedri Baykam



               26 Şubat’ta açılacak sergimin hazırlıkları için Paris’teyim. Dün internetten Silivri’de yaşanan rezaletleri izleyerek uzakta olduğum için daha da kahroldum. Mesafe, çaresizlik duygusunu arttırıyor. Silivri senaristleri yaratıcı. Hep “sözün bittiği yer” diyoruz, onlar yeni boyutlar icat ediyorlar...
            Geçen haftasonu, Holywood marifetiyle biraz kafa dağıtmak için asistanımla bir filme gidelim dedik. Saati uyan ve sunumunu beğendiğim tek film
“Gangster Squad” kalmıştı, biz de ona girdik.  Türkçe’ye  “Suç Çetesi” olarak çevrilmiş (kesinlikle “Gangster Mangası” tercümesini öneriyorum, afişleri tekrar yaptırma pahasına, dağıtım şirketi acil gözden geçirsin, diğeri alakasız kaçıyor). Zaten ana aktör Sean Penn olunca o film 2-0 önde başlıyor maça! Savaş karşıtı bindirmeleri, Bush’a yaptığı açık saldırılar, açtığı insan hakları kampanyaları, diğer yıldızlardan farklı duruşu ve yaşama geçirdiği birbirinden farklı karakterlerle o aynı zamanda bir “Büyük İnsan”, Robert de Niro’nun da dediği gibi.
           Filmin ana çizgisi çok olağan: Gerçek bir hikayeden esinlenilmiş. 1949’da Los Angeles’da terör estiren, uyuşturucu, kadın ticareti ve tehdit ağlarıyla tam bir Korku İmparatorluğu kuran, hiç kimsenin aleyhine tek laf etmeye veya şahitlik yapmaya cesaret edemediği mafya babası Mickey Cohen’in en dokunulmaz sanıldığı anda okları kendisine yönelten bir yiğit polis grubu çıkıyor ortaya. Bu yarı legal çetenin kurulma emrini veren Nick Nolte. Yani anlayacağınız gerçek yaşamda cesur “iyi adam” olan, Irak Harbi’nde Bush’a savaş açan Penn, bu filmde en kötü adam rolünde. Hem de öyle böyle değil, bir ihmallerinden dolayı cezalandırmak istediği kendi adamlarını bile işkenceyle öldürmekten çekinmeyen, kendine “gelişim” (progress)  özet tanımını yakıştırmaktan kaçınmayan, elinden gelse piyasada gezen paralara kendi adını vermeye kalkışacak bir kaçık! L.A. den başlayarak neredeyse ABD’yi mafya hatları üstünden işgal etmek isteyen bir sapık. Bizim ülkelerde “jön”lerimiz geleneksel olarak böyle kötü rollerden uzak dururlar ama Penn bu rolü öyle muhteşem oynuyor ki, orada aktörlere bir yaşam dersi veriyor. Cohen filmde bu kentin tüm güç odaklarına sızmış! Yani Valiler, hakimler, polisler, herkesi ele geçirmiş; kendi dokunulmazlığını yaratmış. Tüm bu sıfatları taşıyan insancıklar, sinekler gibi gidip bir koca pisliğe yapışmışlar. Basın ölüm tehdidi altında, siyasiler suskun... Sonra bir güçlü emniyet müdürü, herkesin yakasından çekip “bulaşma bu işlere” diye durdurduğu Josh Brolin’i yanına çağırıp “Takımını kur bu pisliği temizle, ama unutma arkanda bizi var saymadan” diye görev veriyor. Brolin karakteri de Cohen’e onun anlayacağı dilden üst üste darbeler indirip sonunu getiriyor.
           Tabii bu şematik bir özet. Detaylar sizi mest edecek. Bu filmi kaçırmayın derim. Tam bizim kanı saatte 15 km hız ile hareket eden festival sineması bağımlısı eleştirmenlerimizin nefret edeceği harika güzel akan bir film. Hikayenin sonunu söylememde bir sakınca yok. Cohen’i oynayan Sean Penn, son akış sahnesinde öyle bir dayak yiyor ki Brolin’den! Kendisi gibi bir eski boksörün kolay kolay hazmedemeyeceği ağır bir ders. Ve sonunda Penn dizleri üzerine çökmüşken,  her tarafı yaralarla dolu  ve yoğun yağmur üzerindeki kanla karışarak yeri boyluyor. Onun nerelerden, hangi dokunulmaz sandığı zirvelerden nereye kadar nasıl aşağılara uçup düşebildiği, onları şaşkın bakışlarla izleyen halkın aklına hayaline sığmayan bir sahne. Zar zor doğrulup “götürün şunu artık” komutunun polislere verildiğini duyan Cohen ise, “yaşadıklarına inanamayan” gözlerle ortalığı süzüyor. O anda insanlarda öcüye karşı korku bitmiş,  “yahu biz neden bunca zamandır bunları çekmişiz ki” sözleri yavaş yavaş ağızlardan dökülmeye başlıyor. İşte o an görülmeye değer. Franco’dan Al Capone’ye, Hitler’den Pol Pot’a, dünya bunun benzerlerini asırlar üstünden fazlasıyla yaşamış.
      
   “Gangster Mangası”, yani resmî adıyla “Suç Çetesi”, alınacak dersler içerdiği için kesinlikle görülmesi gereken bir film. Sonuçta halk üzerine inen demir perdeler kalktığı anda, daha şu kadarcık zaman önce yapay bir canavarın kendisini titretebildiğine inanamaz. Anti-kahramanın tam suç ortağı olanlar kımıldayamazken, 2. sınıf olanlar teker teker çevresinden çekilirler. İnsanlara "olağan yurttaş" cesaretleri geri geldiğinde ise olan biteni onca zaman nasıl seyredebildiklerini anlayamazlar. Bir de yaşananlardan sonra tarihin nasıl baktığı vardır. İşte böyle filmler yapılır, seyredilir, ama kimse inanamaz bu ortama seyirci kalanlara! İşte tarih, böylesine sendrom tekrarları içinde döner, gider!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..